İDİM

ONDAN başkaca söz işitilmezmiş.

Ne sorsanız idim dermiş.

İn mi, cin mi ne olduğunu kimseler anlamamış.

Hayatını öylece yaşayıp gitmiş.

Ömrün yokuşunu hızlı indiği zamanlardan birinde kendisi gibi bir garip âdem ile tanışmış.

“Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil” deyivermiş gelen derviş.

Vücut yorgun, dil harap, gönül yangın yeri…

Demesem olmaz, desem hiç olmaz diye düşünmüş yine. Uzun uzun.

Dayanamamış. İdim de ne idim demiş ve başlamış anlatmaya sessizden sessiz harflerle.

Değme bana git evladım yoluna dese de gelen ısrar etmiş.

Yolum sensin. Senden özge yolum yok diye diretmiş.

Anlamış ki, dilinin altında biriken kelimeleri demenin vakti gelmiş.

Yine de nazlanmayı bir süre elden bırakmasa da ısrarına da daha fazla devam edememiş.

Diz dize vermişler, günler ve geceler boyu söyleşmişler.

Ne yemişler, ne içmişler.

Sözü söze eklemişler muhabbet kazanını öyle bir kaynatmışlar ki; etraflarında toplananları, olup bitenleri görmemişler bile.

Birbirini gönül görende yaban görülür mü hiç.

El, ele değende el kalır mı hiç.

Dil, dili çözende cümleler kaçışır mı hiç.

Göz, göze değende ateş yakar mı hiç.

Can, canı bulanda açlık sorulur mu hiç.

Yârin evi can evi, gönül usanır mı hiç.

Usanmaz ama uslanır. Sakinler, dinginlik gelir.

Bu durumu gören herkes bir şeyler anlatmış durmuş yıllarca.

En son idim zikrini yapan ihtiyardan şu sözlerin duyulduğu rivayet edilmiş.

Aktarmak bizden, inanıp inanmaması sizden.

“Islandım, kurudum yel beni neyler.

Mangırım yok, pulum yok; el beni neyler.”

29.01.2018

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir