Bugün çok önemli bir konuyu, hepimizin hayatına dokunan bir mesele üzerinden konuşacağız.
Şimdi biraz hafızalarımızı yoklayalım… Eğer engeller olmasaydı, Türkiye 1940’lardan bu yana uçak, ağır silah ve otomobil üreten, ihraç eden dünyanın sayılı ülkelerinden biri olacaktı. Ama olmadı. Çünkü hep bazı eller devreye girdi. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası kapatıldı, Şakir Zümre’nin savunma girişimi durduruldu, devrim arabalarının önü kesildi. Kısacası bu milletin kanatları hep kırıldı.
Peki, kim kırdı bu kanatları? İşte bugün söyleşimizde dikkat çektiğimiz husus bu olacak: “Acentacılar.” Kendi sanayisini, kendi teknolojisini geliştiremeyen ama dışarıya aracılık etmekten başka hüneri olmayan çevreler. Bazen iş adamları derneği kılığında, bazen bir muhalefet perdesi arkasında, çoğu zaman da “saygın (!)” medya kuruluşlarının diliyle karşımıza çıktılar. Bürokrasiye sızarak yasalarla, mevzuatlarla engeller koydular. Cumhuriyeti demokratik bir yapıya kavuşturmak yerine, “bürokratik” bir cumhuriyet haline getirdiler. Ama tarih şunu bize gösterdi: Bir millet kendi arslanlarına sahip çıkmazsa, düşmanın köpeklerine yem olur. Bu bir Filistin atasözü ama bugün için anlamı bambaşka. Türkiye kendi arslanlarını, yani kendi gençlerini, kendi mühendislerini, kendi girişimcilerini sahiplenmeye başladığı andan itibaren kabuğunu kırdı.
İşte Selçuk Bayraktar bu hikâyenin en sembol isimlerinden biridir. Onun öncülüğünde doğan Teknofest ruhu sadece bir teknoloji festivali değil; yıllardır kaybettirilmeye çalışılan özgüvenin yeniden ayağa kalkışıdır. SİHA’lar, İHA’lar yalnızca birer araç değil; milletin gökyüzüne yeniden bakışıdır.
Evet, bugün bu konuları konuşacağız. Hem geçmişin karanlık engellemelerini hem bugünün yükselişini hem de geleceğin ufkunu… Bu çerçevede değerli konuğumuz Prof. Dr. Osman Çakmak’a kulak verelim.
UĞUR CANBOLAT
——–
Hocam, tarihimize baktığımızda 1930’lu yıllarda Nuri Demirağ uçak fabrikasını kurmuştu. Nuri Killigil ağır silah fabrikasını, Şakir Zümre bomba fabrikasını hayata geçirmişti. Hatta 1961’de tamamen yerli otomobil olan Devrim yapılmıştı. Ama her birinin önü türlü oyunlarla kesildi. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye yeniden büyük bir mücadele veriyor. Siz bu süreci nasıl okuyorsunuz?
-Evet, Uğur Bey, aslında bu bir kader tekrarına benziyor. Dün bu milletin kanatlarını kıran güçler vardı; bugün de aynı eller, farklı maskelerle karşımızda. Küresel çeteler ve onların içerideki işbirlikçileri… Onların bütün korkusu şu: Türkiye artık sahipsiz değil. Dün sömürgecilerin “çakalları” özgüvenimizi ürkütmeye çalışıyordu, bugün arslanlarımız sahaya indi. Artık ne mühendislerimiz esrarengiz kazalarda kayboluyor ne milli madenlerimizin peşinde koşan bilim insanlarımızın uçakları dağlara çarpıyor. Çünkü millet kendi evladına, kendi arslanına sahip çıkıyor.
Sohbetlerimizde sık sık “at sahibine göre kişner” diyorsunuz. Bu sözü biraz açar mısınız? Özellikle geçmişte elimizde çok köklü kurumlar olmasına rağmen neden milli atılımlar yapılamadı da bugün yapılabiliyor?
-Bakın, 30 sene önceyi hatırlayalım. Askerimizin elinde terörist karşısında güçsüz kalan G-3 tüfekleri vardı. PKK’lı terörist ise kaleşnikofla geziyordu. Çareyi Kuzey Irak’tan, dağılan Sovyetlerden kalan silahları satın almakta bulduk. Peki, biz koca bir devlet değil miydik? ASELSAN, TÜBİTAK, MKE… Hepsinin tarihi vardı, köklü kurumlarımızdı. Ama niye milli ürün çıkmıyordu? Cevap basit: At sahibine göre kişner. Eğer devlet iradesi yoksa, eğer siyasi kararlılık yoksa, o kurumların potansiyeli körelir. Bürokrasi zincir vurur, projeler raflarda kalır. Ama devlet arkasında durdu mu, önünü açtı mı, işte o zaman arslanlar kişnemeye başlar. Bugün Selçuk Bayraktar’ın, genç mühendislerin, Teknofest kuşağının yaptığı tam olarak budur: zincirleri kırmak.
Hocam, anlattıklarınız bana bir kurtuluş savaşı benzetmesini hatırlatıyor. Sizce Türkiye bugün yeni bir kurtuluş harbi mi veriyor?
-Kesinlikle öyle. Dün bu millet bağımsızlığı için toprağın üstünde kurtuluş savaşı verdi, bugün de gökyüzünde, fabrikada, laboratuvarda aynı savaşı veriyor. Dün tankla, tüfekle saldırdılar; bugün medya manipülasyonlarıyla, ekonomik ambargolarla, teknoloji transferini engelleyerek saldırıyorlar. Ama her defasında unuttukları şey şu: Bu milletin mayasında direnç var. “Kurt” sürü halinde saldırsa da bir arslan kükrediğinde hepsi dağılır. Bugün Selçuk Bayraktar ve milli teknoloji hamlesi bu arslanın kükreyişidir
Takip ettiğim yazılarınızda “Selçuk Bayraktar dirilişe alem oldu” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Özellikle Bayraktar ve diğer öncü isimlerin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Evet, gerçekten öyle… Bayraktar, bürokrasi setlerini aşarak uyanışa öncülük edenlerden biri. Adeta bir kıvılcım gibi, yıllardır bastırılmış potansiyelin önünü açtı. Mahmut Fâruk Akşit (TEİ – TUSAŞ Motor Sanayi A.Ş.), İsmail Demir (ASELSAN), Temel Kotil (Türk Hava ve Uzay Sanayi), Mehmet Gürcan Karakaş (TOGG CEO) ve daha niceleri… Her biri bulundukları kurumlarda destan yazıyorlar.
Ama şunu bilmeliyiz: Büyük kurumlarınızın olması yetmiyor. Zarf ile mazruf tetabuk etmesi lazım. Üniversitelerde hâlâ bu uyum sağlanamadığı için Ar-Ge merkezleri, teknoparklar, teknoloji transfer ofisleri âtıl kalıyor. Yani fikirler raflarda, uygulama sahada yok. Burada esas mesele, üniversiteleri tek tip hâle getiren, halkla bağlarını koparan YÖK sisteminden kurtulabilmek.
Peki, teknoloji üretimi Türkiye için hâlâ zor mu?
-Hiç de değil. Bilgisayar, cep telefonu üretmek, işletim sistemi geliştirmek, çip üretmek… Bunlar teknik olarak yapılabilir. Zaten geçmişte denendi; ASELSAN cep telefonları kendi döneminde dünya ile yarışacak seviyedeydi ama tanıtımı yapılmadı. Bir gizli el önünü kesti. Bu yüzden hâlâ her yıl milyarlarca doları yurtdışına ödüyoruz.
Bu noktada Teknofest’in rolü nedir?
-Teknofest 2025’e bakacak olursak, bu sadece bir uzay ve havacılık festivali değil. Her geçen yıl kapsama alanı genişliyor. 2023’te 40 farklı dalda buluş ve yenilik projeleri yer almış; sadece havacılık değil, tarım teknolojileri, eğitim teknolojileri, sağlık çözümleri ile ilgili projeler devreye girmişti. Bugün bakıyoruz. Daha da genişlemiş. Gençler farklı alanlarda da üretmenin heyecanını yaşıyorlar. Teknofest, adeta bir ekosistem üretiyor: Fikirleri toprakla buluşturuyor, gençleri üretime katıyor, ufuklarını genişletiyor.
Bayraktar ailesinin sadece savunma sanayine odaklanmadığını da belirtiyorsunuz. Bu konuyu açar mısınız?
-Kesinlikle. Bayraktar ailesi artık savunma sanayinin ötesine geçiyor; sağlık ve eğitim alanlarına da el atacaklarını gösteriyor. Teknofest’te gezerken gördüğüm standlar bunu net bir şekilde ortaya koyuyor: Tarım, kimya, gıda, sağlık… Bunların hepsi geleceğin üretim alanları. Canan Bayraktar Toplum Sağlığı Vakfı’nın kurulması da bunun en somut işareti.
COVID döneminde Baykar’ın kısa sürede yerli solunum cihazı üretmesi bunun kanıtıydı. Bugün tıbbi ilaçlarda hâlâ dışa bağımlıyız; kanserden tansiyona, kalp ve böbrek ilaçlarına kadar etkin maddelerin çoğu yurtdışından geliyor. Ama Türkiye bunu yapabilir. Biyolojik ve kimyasal kit üreten firmalar var, engeller kalktığında bu alanda da Selçuk Bayraktar gibi öncü müteşebbisler ve çalışma grupları çıkacak, dışa bağımlılığı kıracak.
Yani Bayraktar’ın rolü sadece teknoloji değil, aynı zamanda bir vizyon hamlesi, öyle mi?
-Kesinlikle. Bayraktar, sadece bir mühendis değil, bir uyanış elçisi. Sadece savunmayı değil, sağlığı, eğitimi ve üretimi kapsayan bir Türkiye vizyonunu inşa ediyor. O, üniversitelerin yıllardır yapamadığını sahaya taşıyor; gençleri ülkenin geleceğine katarak, fikri ve pratiği birleştiriyor. Bir anlamda milli dirilişin bir sembolü hâline geldi.
Hocam, yine yazılarınızda “Ülkemiz dünyanın sağlık merkezi hâline gelebilir” diyorsunuz. Bu oldukça iddialı bir cümle. Bunu biraz açar mısınız?
-Tabii Uğur Bey… Aslında devlet kararını çoktan verdi. Milli Sağlık Enstitüleri Başkanlığı kurulmuştu. Ancak malum engelleyici çevrelerin bu kurumun tüm gereklilikleriyle yapılandırılmasını geciktirdiği kantatındayım. Eğer bu engellemeler aşılabilirse yakın gelecekte savunma sanayiinde esen fırtınaları sağlık alanında da görebiliriz. Çünkü Türkiye, sadece teknolojide değil, sağlıkta da potansiyeliyle pazarlanabilir en büyük güçlerden birine sahip.
Bunu biraz metaforla anlatayım: Savunmada bir fırtına koptu, şimdi rüzgârı sağlık alanına taşıyabiliriz. Eğer bürokratik engeller azaltılır ve sağlık turizmiyle birleştirilirse, ülkemiz ABD ve dünyanın önde gelen sağlık merkezlerinden biri olabilir. Yani sadece ameliyat salonları ve laboratuvarlarla değil, aynı zamanda konaklama, seyahat ve hizmet kalitesiyle bütüncül bir ekosistem oluşturduğumuz takdirde. Bu, Türkiye için eşsiz bir fırsat.
Selçuk Bayraktar ve TEKNOFEST’in çalışmaları eğitim açısından önemli mi, öyleyse neden bu kadar önemli?
–Bayraktar’ın ve ekibinin başarıları aslında birer öncü meşale gibi. Onlar, pasif ve taklitçi eğitim anlayışının kırılabileceğini gösteriyor. Mevcut sistem çoğu zaman Batıdan aldığımızı zannettiğimiz ama aslında sömürge ülkeleri için tasarlana hazır kalıplarla yürüyor; bireyler bilgiyi tüketiyor ama üretmiyor, ezberliyor ama kendileri üretip ortaya koymuyor. Bu, bir ağacın kökleri olmadan yalnızca yaprak vermesi gibi: güzel görünür ama sağlam duramaz. TEKNOFEST ve Bayraktar’ın projeleri ise kökleri sağlam, dalları üretken bir ağacın nasıl büyüyebileceğini gösteriyor. Öğrenciler teoriyi laboratuvarlarda öğrenip, bunu somut projelere dönüştürmeyi deneyimliyorlar. Bir İHA’nın tasarlanması, üretilmesi ve uçurulması süreci, teorik bilgiyi gerçek dünyaya aktarmanın önemini somutlaştırıyor.
Yani bu sadece teknoloji meselesi değil, eğitim felsefesi meselesi de…
-Kesinlikle! Bayraktar’ın başarıları, Türkiye’nin kendi bilim ve teknoloji ekosistemini kurabileceğine dair bir güven aşılıyor. Eğer eğitim sistemine yerleştirirsek, öğrenciler artık “yabancı teknolojiyi öğrenmeliyim” demeyecek; “kendi teknolojimizi üretebiliriz” bilinciyle hareket edecek. Bu, bir medeniyetin genç nesline özgüven ve üretkenlik aşılamanın temel yolu. Ayrıca, Bayraktar’ın projeleri sadece mühendislik değil, yazılım, yapay zekâ, havacılık, elektronik gibi farklı disiplinleri bir araya getiriyor. Bu da bize şunu söylüyor: Eğitim artık katı disiplin sınırlarına sıkışmamalı, öğrenciler farklı alanları birleştirip karmaşık problemleri çözebilen esnek zihinler olarak yetiştirilmeli.
Peki hocam, bütün bu vizyonun eğitim sisteminde hayata geçmesi için neler yapılmalı?
-Bence üç temel adım var:
Üretim odaklı eğitim: Dersleri, sadece bilgi yüklemek yerine, proje ve uygulama odaklı hâle getirmek gerekiyor. TEKNOFEST bunu gösterdi: Öğrenci ders notlarını bırakıp gerçek dünya problemleri ile yüzleştiğinde öğrenme kalıcı ve motive edici oluyor.
Milli bilim ve teknoloji ruhunu kazandırmak: Öğrenciler, kendi tarihinden, kendi kültüründen ilham alarak bilime ve teknolojiye katkıda bulunmalı. Bu, özgüven ve aidiyet duygusunun köklerini oluşturur.
Disiplinler arası yaklaşımı teşvik etmek: Eğitim sistemini farklı alanları birleştiren, esnek ve yaratıcı bir yapı hâline getirmek gerekiyor. Böylece öğrenciler karmaşık problemleri çözebilen, inovatif düşünen bireyler olarak yetişebilir.
Yani asıl anahtar kelimeler üretmek ve özgüven diyorsunuz…
-Evet! Eğitim, artık başkalarının kalıplarını taklit etmekten çıkarılıp, kendi kültürel ve bilimsel birikimimizden beslenen, problemlere kendi çözümlerini üreten bir sistem hâline gelmeli. Bu bir zihinsel devrim gerektiriyor: öğretmenler ve öğrenciler, kendi yeteneklerini sahaya taşıyacak cesarete ve vizyona sahip olmalı. Bayraktar ve TEKNOFEST, işte bunu gösteriyor: gençler artık pasif öğrenen değil, üreten, tasarlayan ve kendi teknolojisine sahip çıkan bireyler hâline geliyor. Eğitim sistemi bunu desteklerse, Türkiye’nin geleceği için gerçek bir devrim gerçekleşmiş olacak.
Şu hâlde Selçuk Bayraktar’ın projeleri eğitim açısından da bir model oluşturabilir mi?
-Kesinlikle, Bayraktar ve TEKNOFEST, Türkiye’nin eğitim sisteminde hâlâ etkili olan “taklitçi ve asalak” zihniyeti kırmak için adeta öncü bir meşale gibi. Mevcut eğitim sistemimiz çoğu zaman bize ait olmayan, Batı’dan ithal edilmiş kalıplarla yürütülüyor. Bu da öğrenciyi sadece bilgi tüketen, ezberleyen bir konuma hapsediyor. Yani, kökleri dışarıda, dalları göğe uzanamayan bir ağaca dönüyor.
Selçuk Bayraktar’ın çalışmaları ise bu ağacı yeniden köklendiriyor. Savunma sanayiindeki yerli ve milli projeler, teknolojiyi dışarıdan satın almak yerine, sıfırdan tasarlamak, üretmek ve ihraç etmek mümkün olduğunu gösterdi. Bu, eğitimde de uygulanabilir: öğrenciler artık pasif değil, aktif üretici hâline gelebilir.
Yani Bayraktar sadece teknoloji üretmiyor, eğitimde de bir zihniyet değişimi başlatıyor öyle mi?
-Aynen öyle. TEKNOFEST örneğini ele alalım: Burada öğrenciler, teorik bilgiyi laboratuvardan çıkarıp somut projeye dönüştürmeyi öğreniyor. Bir İHA’nın tasarlanması ve uçurulması, teoriyi pratiğe taşımanın ne kadar kritik olduğunu gösteriyor. Böylece gençler, artık ders notlarının esiri değil, yaratıcı ve üretken teknoloji mimarları hâline geliyor.
Peki hocam, bu yaklaşımın milli bilim ve teknoloji ruhuna katkısı ne olabilir?
-Bayraktar’ın çalışmaları, öğrencilere “Kendi teknolojimizi üretebiliriz” bilincini aşılıyor. Artık “Yabancı teknolojiyi nasıl kullanırız?” sorusu yerine, “Kendi teknolojimizi nasıl inşa ederiz?” sorusu ön plana çıkıyor. Bu, milli bir bilim ruhunun ve özgüvenin temelini oluşturuyor. Öğrenciler kendi tarihinden, kültüründen ilham alarak, teknolojiye yerel çözümler geliştirebileceklerine inanıyorlar.
Öyleyse son olarak Bayraktar’ın başarıları sadece mühendislik alanıyla sınırlı değil, eğitimde bir zihniyet devrimi anlamına geliyor diyebiliriz. Doğru mu?
-Evet. Tam olarak öyle. Bu çalışmalar, bize ait olmayan taklitçi eğitim modelinin kırılabileceğini ve yerine özgün, üretken ve milli bir eğitim felsefesinin inşa edilebileceğini gösteriyor. Bayraktar ve ekibi, aslında gençlerimize “sen de üretebilirsin, sen de tasarlayabilirsin, sen de kendi medeniyetini inşa edebilirsin” mesajını veriyor. İşte bu, eğitimdeki sessiz devrimdir.
24.09.2025