Efsaneler Dökülüyor Gülüşlerinden

UĞUR CANBOLAT

HAYATININ en büyük ikramı, şükrü en zor bahtı ve her daim talihi saydığı yâreni ile henüz gözleri birbirine değmemişti. Akşamın serinliğinde babasının isteği ile koyunlarını kardeşiyle beraber harmandan yukarıya doğru saldıklarında ilginç hayallere dalardı. Göğün derinliği ile akşamın karaya çalması arasında bir irtibat kurmaya çalışır koyunların boyunlarında asılı bulunan tongurdakların çıkardığı seslerin âhengine kaptırırdı kendisini.

Dalar giderdi.

Kardeşi harmanda buldukları adına çakmak taşı denilen o beyaz taşları eline alıp “Hadi abi ateş çıkartalım” demese bu hülyalardan ayılamazdı.

Gökte ışıldamaya başlayan yıldızlara inatlaşır bu taşları sertçe birbirine vurarak çıkardıkları kıvılcımlarla kafa tutarlardı. En zevk aldıkları ve asla usanmadıkları eğlenceleri buydu.

GENÇLİK dumanını başına doğru savurmaya başladığında köy okullarına yeni bir öğretmen gelmişti. Uzun boyluydu. Kaşları kavisliydi. Heybetle yürürdü. Saçları gür ve siyahtı. Bıyıklarında birkaç tel beyaza durmuştu. Uzaktan bakınca saygı ile korku arasında bir duygu oluştururdu. Ne zaman konuşmaya başlasa korku izale olur hürmet orada karar kılardı.

Seyda öğretmen Urfalıydı.

Okul saatleri dışında köyün delikanlıları haytalık yapmasın diye onlarla ilgilenmeye başlamış evinin bir odasını onlarla yakınlık kurabilmek için “Şark köşesi” hâline getirmişti. Odanın bir duvarı baştan başa kütüphaneydi. O kadar çok kitabı daha evvel bir arada görmediklerinden içlerinden “Acaba bunların hepsini okumuş mu?” suali geçerdi. Her gün eline birini alır sohbet sırasında oradan birkaç paragraf okuyarak dikkatlerini oraya çekerdi.

Kendi yaşına denk olan kızı Yıldız çay servis ederdi.

İşte ne olduysa o zaman olmuştu.

DİLAVER CEBECİ’NİN “Sitâre” şiiri okunarak başlanmıştı bir defasında. “Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden” cümlesinin mürekkebe bulanıp kağıtla buluşması gibi kendisinin gönlüne de sepetten boşaltılan gül yaprakları gibi dökülmüştü.

Karakaşlarının altındaki iri gözlerini destekleyen altın gülüşü o sohbetlerde fark etmişti. Bu sebeple herkesten önce gider Süreyya kızın gülüşlerini yüreğine doldurmak isterdi. Babasının “Sitâre” diye ünlediği kızı da bunu kendisinden esirgemezdi. Hele gençler dökülüp gelmeden önce “Annem yaptı” diyerek yörede “Ağzı açık” olarak bilinen o muhteşem lezzeti ikram etmesinin verdiği mutluluğu kelimelerle izah etmesi mümkün değildi.

SÜREYYA psikologların psikolojik sağlık açısından gülmenin kişisel gelişime faydalarını izah etmelerine daha otuz yıldan fazla zaman varken ona bunu yaşatırdı. Çok güzel gülerdi. Tüm dişleri bayram seyranına çıkmış gibi olurdu. Delikanlının kalbinde de öyle bir fener alayı kurulurdu ki, yürüyüşleri hiç bitmezdi.

Beynin endorfin salgıladığında bunu muhatabına da aynı hızla taşıdığını ve insandaki tüm stres yükünü alıp pamuk savurur gibi savurduğunu bilmiyorlardı ama yaşanan tamı tamına buydu.

GÜLMENİN en ucuz ilaç olduğunu deneyimlemişti ama ani bir celple askere alındıktan sonra dağıtım iznine geldiğinde annesiyle beraber tandırda yufka ekmek pişiren kadınlardan aldığı “Süreyya nişanlandı” haberi her şeyi tersine çevirmişti. Başından kaynamış kızgın sular dökülmüş ama dişini sıkarak tek kelime etmeden kendisini dışarıya zor atmıştı.

Kalbini gülüşüyle tedavi ederek askeri talimin her zorluğuna katlanan delikanlı bu gülüşün sahibinin başkasına yâr olması karşısında hicranların azap verici hücrelerine fırlatılmıştı. Fırtınalı gök yağmurlarının en şiddetlisine maruz kalmıştı da kendini altına atacak bir saçak bulamamıştı. Kalbini güldüren güneş kendisini bulutların arkasına saklamış bir tek huzme bile göndermiyordu. Mevsim yazdı ama o acıyla harmanlanmış hüznün en katmerli kışını yaşamıştı.

KIŞLAYA dönerken kasabadaki kitapçıdan kültürümüze ait ne kadar efsane kitapları varsa tümünü almıştı. Kalbinde konuk ettiğinin efsaneler dökülen gülüşünü o kitapların satırlarında yeniden harlayıp kalbine tekrar tekrar boca ediyordu.

Kendisine “Nasılsın?” diye soranlara “Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden” şeklinde cevap veriyor ve kalbindekinin gülüşünü kimseler bilmeden taklit ederek yaşatıyordu. Zamanla adı “Efsane Gülüşler”e çıkmıştı.

Bir gece gelen ihbar sebebiyle bu topraklara düşmanlıkla beyinleri sulanmış nadanlara pusu atmaya gittiler. Komutan yerde hareketsiz yatan askerin başucunda dakikalarca gözyaşı dökmüş ve ardından kalbinin üstündeki cebinde hafif nemlenmiş bir kâğıdı çıkararak şu satırları silah arkadaşlarına okumuştu.

“Nerden çıktın karşıma böyle Sitâre? / Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden / Kirpiklerin yüreğime batıyor.”

Mübarek naaşı bayrağa sarılı bir tabutla köyüne gönderildi. Cenaze namazını Seyda Öğretmen kıldırdı ve ardından cebinden çıkan bu notu okudu.

Süreyya’dan başka kimse ne demek istendiğini anlamamıştı.

Ya Selam!

19.11.2025

https://www.istiklal.com.tr/yazarlar/efsaneler-dokuluyor-guluslerinden-1073920h

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Related Post

  • Efsaneler Dökülüyor Gülüşlerinden

    UĞUR CANBOLAT HAYATININ en büyük ikramı, şükrü en zor bahtı ve her daim talihi saydığı yâreni ile henüz gözleri birbirine…

    Read More

  • Kalbimin Maksûresi

    UĞUR CANBOLAT İKİ yaş kendisinden büyüktü. Kapı bir komşulardı. Tüm çocukluk oyunlarını birlikte oynamışlardı. Birlikte koşmuş, birlikte düşüp çamura bulanmış,…

    Read More

  • Yağan Kar mı Ateş mi Lavinia?

    UĞUR CANBOLAT ALTMIŞA varmasına bir senesi kalmıştı. Saçlarında neredeyse hiç beyaz yoktu. Üzüm siyahı saçlarını görenler boyattığını sanırdı ama o…

    Read More