UĞUR CANBOLAT
ÇOCUKLUK zıbınından yeni kurtulmuştum. Haşarılığım ise tam gaz devam ediyordu. İki vakitte sessiz durmayı dedemden talim etmiştim. Gerisi serbestti. Hafif pala sayılabilecek bıyığının altından gülümser bir nevi gizli onay verirdi. Ama iki durumda bu serbestiyet geçersizdi. O antlaşmaya uyardım.
Biri; misafirin ve büyüklerin konuşmalarının kemal-i dikkatle dinlenmesi ve sözünün asla hiçbir sebeple kesilmemesiydi.
İkincisi ise minareden imam efendimin okuduğu Ezan-ı Muhammedî sırasında yaramazlık yapmamaktı. Bu iki husus dedem merhum için çok belirleyiciydi.
…
KÖY odası bir nevi eğitim merkeziydi. Uzun kış geceleri okunup dinlenilen kitaplar kalplere muhabbet olarak salınıma başlıyordu. Yol ve yöntem olarak tarif edebileceğimiz ‘Edep erkân’ ise kişinin cemiyet hayatında nasıl var olacağının temellerini atmasını kolaylaştırıyordu. Yazılı olmayan bu ‘Edep erkân’ kişinin süsüydü ama aynı zamanda rütbesini de belirliyordu. Bu rütbe elbette kola veya omuza yerleştirilen askerlik mertebeleri değildi. İnsanlık haysiyetinin görünmeyen ancak yakîn mertebesinde hissedilen manevi rütbesiydi.
Kişi tarladan geliyordu. Üstü başı toz toprak içerisindeydi. Ama zihni açık, kalbi berraktı. İmanı kaviydi. Şirkten arınmıştı. Teslimiyeti ise bu sebeple tamdı. Riyadan uzaktılar. Gösterişe tenezzül etmezlerdi. Gereksiz övgüden de abartılmış yergiden de beriydiler. Yorgundular evet ama bu bedeni olduğundan uykuyla izale edilebiliyordu.
…
MİSAFİRİMİZ yanında yeğenini getirmişti. Şehirde büyüdüğü ve bu tür cemiyetler içinde bulunmadığı her halinden belliydi. Müthiş bir özgüvene sahipti. Küçük büyük demeden herkesin sözünü rahatlıkla bölüp ahkam kesebiliyor ama hiç özür dileme ihtiyacı duymuyordu.
Misafirimizin misafiri olan bu genç her konuda fikir sahibiydi. Bu, gün görmüş umur sürmüş insanların hayata şahitliklerinin hangi seviyede olduğunu bilmiyordu. Belki de bu kavram üzerinde hiç düşünmemişti bile. Ama her konuda kendisini göstermek, sözünü dinletmek ve onay alıp takdir edilmek istiyordu. Yaşlı zevat onay vereceği bir yer varsa sesini çıkarıyordu ama diğerlerinde sükût ediyordu. Sistemi çözemeyen delikanlı ise bağır aşağıya freni patlamış bir kamyon gibi gürültüyle iniyordu. Yaramaz bir çocuk olarak ben bile hayretler içinde kalmıştım.
…
YATSI namazından sonra köyün imamı da gelmişti. Gündüz sohbetlerinden farklı olarak dini konular daha fazla ağırlık kazanmıştı. İmam efendi bir konuya girecek olsa hemen bodoslama atlıyor ve temelsiz olduğu belli fikirler ileri sürüyordu. Bunlar bir olgunluk içinde cevaplanmaya çalışılıyordu ancak onun dinleyecek tahammülü yoktu. Daldan dala seken serseri bir taş gibiydi. O küçük yaşta bile fark ettiğim şey; söylenenlerin gerçek bir temele oturması, kaynaklarının sağlam ve akla uygunluğunun tam olması genç misafirimizde ters etki yapıyordu. Üzerinde düşünüp karşı argüman ileri sürmek yerine konuşmayı gürültü çıkararak boğmaya çalışıyordu. Artık iş zıvanadan çıkmak üzereydi. Diğer dinleyiciler de aslında gerilmişti. Öfke biriktirdikleri de başlarını sağa sola çevirmelerinden ve dişlerini sıkmalarından belliydi ancak müdahale etmek yaşlılar ve bilge olanların hakkıydı. O sebeple sabırdan başkaca yol yoktu.
…
HARARET arttı. Delikanlı makinalı tüfek gibi soru yağdırıyordu. İmam efendi ise gayet sakin, anlayışlı ve sabırlıydı. Özenli davranıyordu. Kullandığı dil suçlayıcı değildi. Düşündürücüydü. Sen dili yerine ben dili kullanıyor şahsından örnekler vererek muhatabı kırıcı, incitici, öteleyici bir anlatıma tevessül etmiyordu. Bunu fark eden delikanlı tam tersini yapıyor manipülasyon tekniklerini kullanıyordu. Kışkırtıcıydı. Sadece şahsı değil inancı ve inananları da küçümseyen ustaca tuzaklar kuruyordu. Oda cemaati bu kadar sabredilmesini hayretle karşılasa da geleneğin öğretisi gereği müdahale hakları yoktu.
Hâlâ muhatabının yenilmediğini, ikna edici cevaplar üretmeyi sürdürdüğünü görünce dayanamayıp patladı ve ‘Ben Allah’a inanmıyorum’ dedi. Ortam buz kesti tabi. İlk kez yaşanan bir durumdu. Halk Allah’a inanmayan ve bunu şiddetli bir pervasızlıkla ifade eden birini hiç görmemişti. Dolayısıyla deprem etkisi yaşandı. Herkesin dili içine çekildi. Aklı durdu. Dumura uğramış gibiydiler. Kuru bir cümle söylemeye kimsenin cesareti de mecali de kalmamıştı.
…
“ALLAH sana inanıyor oğlum” cümlesi tam orta yere bırakılınca ikinci şok dalgası yaşandı. Bu, dedemin sesiydi. “Allah sana inanıyor. Bir anne babadan seni yaşayabileceğin bir ortamı düzenleyerek göndermiş. Nefes alabilmen için düzen koymuş. Görme, duyma, dokunma, konuşma, yürüme, koşma gibi nitelikler bağışlamış. Çalışabilecek kaslar, anlayabilecek zihin, ayrım yapabilecek bir akıl ve hissedebilecek bir kalp ihsan etmiş. Sevme ve sevilme yeteneğini lütfetmiş. Kısacası sana çok yatırım yapmış. Demek ki; Allah sana inanıyor.”
Delikanlı yerinden zıpkın yemiş gibi fırladı. “Nasıl yani Allah bana inanıyor mu gerçekten?” diye sordu az evvel inanmadığını söylemesine rağmen.
“Evet”, dedi dedem inanıyor. “Allah senin bu akılla, bu kalple ve bunca donanımla senin O’nu tanıyıp inanabileceğine inanıyor. Tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ve nice fırsatlar sunuyor.”
Hayretler içinde kalmıştı. Dedemin son cümlesi şu oldu. “Evladım Allah sana inanıyor ama sen kendine inanıyor musun?”
O hararetli geceden aklımda kalan şu oldu: Demek insan evvela kendine inanmalı ve güvenmeliymiş. Kendisinin farkına varmadan, yeteneklerini fark edip açığa çıkararak inanmadan Allah’a inanmanın kapısının önüne gelemiyormuşsun. Kendini inkâr etmen Allah’ı inkâr etmenle sonuçlanıyormuş.
Peki, gerçekten kendini inkâr edebiliyor musun? O zaman Allah’ı da aslında inkâr edemezsin. İnatlaşmak beyhude. Çırpınmak nafile…
Ya Selam!
27.10.2025