Geçtiğimiz haftalarda Üsküdar’da bir araya geldiğimiz İkrar Sanat Evi’nde okuduğumuz türkülere eşlik eden bir misafirimiz vardı. Sağ yanımda hemen… Bir ara sessizce masaya bir öykü kitabı konuverdi.
Bir çuval ilk dönem şiirini kararlılıkla imha eden şair ve eğitimci Mukadder Uçar Beyoğlu ile şiir ve öykünün mahiyeti ile akrabalığını konuşmak. Çok keyifli bir söyleşi oldu.
Buyurmaz mısınız?
UĞUR CANBOLAT
————————
Antakyalısınız. Memleketinizin edebiyat köklerinize nasıl bir etkisi oldu?
-Antakya’nın kadim kültürünün farklılığına ve zenginliğine; günlük hayatımıza her bakımdan yansıyan uzantılarına -Antakya ağzına, geleneklerine, yemeklerine, tarihî mekânlarına, insanının hayata bakışına…- tanıklık ederek büyüdüm evet, ancak bunları ne derecede benimsedim ya da bu dokudan ne kadar pay düştü nasibimize bunu ifade etmek çok güç. Aldığım besinin hücrelerimi ne kadar beslediğini bilememem gibi… Somutlamak gerekirse anneannem ve Cemil Meriç geliyor aklıma. Hz. Yusuf ile Züleyha, Şahmeran, Leyla ile Mecnun, Yunus Emre, Hz. Musa ve Hızır, peygamberlerin menkıbeleri… Nice kıssa, hikâye ve şiirle, Mevlîd ile büyüdük biz. Düşünün: Anadolu’da, güneyin en ucunda, ücra bir kasabanın dış dünyaya oldukça kapalı diyebileceğimiz bir köyünde Osmanlı Türkçesiyle yazılmış el yazmalarının, klasik Türk şiiri kitaplarının; Ahmediye, Muhammediye, Kara Davud, Yunus Emre Divanı… Sayamadığım türlü eserlerin bulunduğu ve tekrar tekrar okunduğu bir kitaplık ve anneanne evi… Bence eşsiz bir talih ve ömrümün mucizesi buydu. Anneannemin ablası gezici sahaftı. Bu adı ben buldum. Türkiye’yi şehir şehir gezen, kitap alıp satan bir kadın seyyah…
Heyecan verici değil mi?
-Evet. Heyecan verici! Hâlâ içim kıpır kıpır olur düşündükçe! Bu soya çekimden başka nedir ki? Ayrıca Antakya Lisesi mezunuyum. Cemil Meriç’in okuluydu. Bu okul Fransız Dönemi’nden kalma mimarîye sahip, iki katlı, bizim “surlarla çevrili” dediğimiz bir yapıdaydı. Bu tarihî binanın, oraya yolu düşen herkesin ruhunda derin izler bıraktığına inanırım. O atmosferin içinde soluklanan birçok insanın hikâyesinde belirgin bir mekândır orası.
Depreme dayanabildi mi peki?
-Hayır. 6 Şubat’a maalesef dayanamadı.- Ne(y)den, ne kadar mayalandığımın, ilk sorunuzda bahsettiğiniz kökün neye uzandığının ve filizimin neyle beslendiğinin cevabı açık olmuyor mu?
İlk ne zaman yazmaya başladınız? Bunun ayrıntılarını öğrenmek isterim.
-Enteresan, ayırt edici, bilinçli bir karar, zaman ya da olay yok. Sanki bir parçam. Kendimi bildim bileli yazıyormuşum gibi geliyor. Kalem yoksa mırıldanmak var. Okumaya ne zaman başladığımı biliyorum ama yazmak sanki hep vardı. İlginç ya da ters gelebilir ama doğrusu bu. İlkokula başlamadan okumayı öğrenmiştim, hatta “Kırmızı Top” adlı bir kitap ilk hikâye kitabımdır; elime kalemi almam yine bu döneme denk gelmiş olmalı. Çünkü kitabın kenarına kendimce bir şeyler karaladığımı hatırlıyorum, kelimeleri, kesik cümleli notları… Sonra hep yazdım.
Neler yazdınız?
-Arkadaşlarıma notlar, hatıralar yazdım; olanları, anıları yazarak anlattım, günlük tuttum ve onu gizli bir haz duyarak saklamayı daha çok sevdim. İşleri epeyi ilerletip ortaokul sıralarında şiirler yazmaya başladım. Evi postaneden daha yakın olan mektup arkadaşlarım oldu ve bu mektupların üstün bir edebî zevkle yazılmasına dair aramızda sözsüz bir anlaşma vardı sanki… (Mektubu yazıp zarfı yalayarak kapatmanın, postaneye gidip pul almanın; sonra aynı işlemlerden geçen bir mektubu beklemenin heyecanı, günlüğü kuytu köşelere gizlemenin keyfiyle özdeştir.)
Bunlar için önemli şanslar diyebilir miyiz?
-Evet. Evinde, öğretmen anne ve babasına ait sağlam kitapların bulunduğu bir kütüphanesi olan lisedeki sıra arkadaşım ikinci şansımdır. Üçüncü şansım ise üniversiteyi 1980 gibi çarpıcı bir yılda bitiren rahmetli amcamın darmadağın olan kütüphanesinden kalan kırıntılardır. Anneannemin, amcamın ve arkadaşımın kelimenin tam anlamıyla “dadandığım” kitapları beni “Yazmazsam çıldıracağım.” kıvamına getirdiğinde henüz lisedeydim.
Sıkı bir okuma ve bunlardan notlar alma at başı gitmiş sanki, öyle mi?
-Kesinlikle… Okuduğum kitaplardan aldığım notlar defterler dolusuydu. Gazetelerden kesip biriktirdiğim köşe yazıları, daha önce bahsettiğim mektuplar, günlükler, şiirler… derken bir çuval dolusu kâğıt! Yıllarca nereye gitsem yanımda taşıdığım heybem oldu ve ne yaptıysam, yazdıysam sadece kendim için yaptım, yazdım.
Hâlâ öyle mi peki?
-Evet. Hâlâ, işlerin sarpa sardığı zamanlarda -ki çok sık düğümlenen bir sicimdir bu hayat- yazarken dank ediyor ilmeğin ucunu nerede bulacağım, hece hece çözülüyorum ya da yüreği bedeninden daha çok kabaran bir serçe kuş ölüsü kadar hafifliyorum, içimde yeniden dirileceğinden emin olduğum bir serçedir o.
Türk insanı özellikle gençlik çağlarında kendisini şiirle ifade eder denir. Siz de şiirle mi başladınız?
-Ortaokul ve lise yıllarında üç dört kitap çıkarabilecek kadar şiir yazdığımdan emin olduğum için elbette bu sonuca benden yana da varabiliriz ancak daha önce de belirttiğim gibi bir çuval dolusu mektup ve günlüğü nereye koyacağız, bunu size bırakıyorum. Şiir yazmaya bu dönemde bağlanmış ve yoğunlaşmış olabilirim. Şiir, genç işi mi, bundan emin değilim; bence değinmek lazım. Gençliğin gereği yaşanan duygu patlamaları ve enerjinin şiir yazmaya yönlendirdiği konuşulur, bundan şüphe duyuyorum.
Nasıl izah ediyorsunuz o zaman?
-Şöyle; Dünya ve Türk edebiyatından gençlik yıllarında şiir yazan ve sonra şiiri bırakan veya şiirin bıraktığı sağlam şair ve yazarlardan örnekler verilir, kabulümdür ama bunun böyle olmayabileceğine, buna zamanın veya “delikanlılık dönemlerindeki cevher”in değil de kudretten gelen bir ağırbaşlılığın ve bağışlanan bir sanatkâraneliğin etkisi olduğuna daha çok inanıyorum. Gençlik yıllarını geçen, şiirde ve ömründe olgun -ihtiyar- dönemlerini yaşayan şairlerin şiirlerinin tadının başka olduğunu hissediyorum.
Yazdığınız şiirleri imha etmenizde sizi buna yönelten temel saik neydi?
-Şiirlerle birlikte çuval da gitti! Şaka bir yana, hatıra olarak kalmalıydılar belki ama çok özlediğim o şiirlerin yok olması, beni belki de bugünüme taşıdı. Kıymasaydım, çıkamayacaktım o kafesten. Dolanıp duracaktım onların içinde. Tabii böyle söyleyerek teselli olmuyor, sakinleşmiyor içimde bir yer ama bütüne ve sonraya baktığımda farkında olmadan olması gerekeni tatbik etmişim, diye düşünüyorum. Sadece bir buhran anıydı; vazgeçtiğim, “Artık bitti.” dediğim, akışa bırakmak için pes ettiğim bir an…
Bir yandan da iç burkucu…
-Elbette içim yandı, aklıma her geldiğinde burnumun direği sızlıyor. Sanki tüm geçmişimi, beni yok etmişim gibi köksüz ve aidiyetsiz hissetmeme sebep oldu yaptığım. Böyle boşlukta sallandığım birkaç yıl geçti. “Sonra bir gün kalktım, şiir yazdım.” desem de inanmayın; bana o sihirli kelimeyle düşüncelerine çok değer verdiğim bir büyüğüm görev verdi, o emir cümlesi dönüşüm oldu: “Yaz!” Kalemi, sanırım bir daha bırakmamak üzere, elimize aldığımız anlar herhâlde en efsunlu zamanlardır, siz de gayet iyi bilirsiniz. (Sen günlerin önünde canhıraş süpürürken yorgun gecelerini… diyerek başladım yeniden şiire.) Bir daha yazdım. Bir tane daha… Koca bir dosya dolusu şiir ve oraya buraya tarih düşerek iliştirilmiş darmadağın yazılar, otuzlu yaşlarımın sonuna doğru beni bekliyordu ama bu kez ortada çuval yoktu! Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptığım yıllar, okumaya ara vermediğim dergilerle birlikte demlemiş beni demek ki…
Hâlâ şiire yakın duruyorsunuz. Aradaki farkın ne olduğunu biraz daha açabilir misiniz?
-Şiir bambaşkadır. Kıyas kabul edecek bir tür değil. Herkes biliyor ve bilmeli ki yüksek bir algının, duyuşun, insanlığın ve sanatın zirvesi. Yaşama dair derinliklere inebilmenin en seçkin yolu. Bu yolda isteyen herkes “Hadi bakalım ben şiir yazdım, oldu.” diyerek görününce kan beynime sıçrıyor. Her şeyden önce nitelikli bir “okur” olduğum konusunda tevazu sahibi değilim. Yılların hediyesi ve gereği bu. Ama şiir okumak, hele hele yazmak haddimizi bilmemiz gereken çok özel bir alan. Evet, bu cahil cesaretini gençlik yıllarımda ben de gösterdim, o iç döküşlerin ve heceye uydurduğum dizelerin zamanının çoktan geçtiğini “Yedi İklim” dergisi fark ettirdi bana. Ali Haydar Haksal, dergide önceleri şiirlerimi yayınlansa da öyküye yer açmam hususunda ısrarlıydı ve şiirimi öykülerime yedirebileceğime dikkat çekiyordu. Ne kadar haklıymış! Bazen başka bir göz sizin gerçeğinizi sizden daha iyi görebiliyor. Yedi İklim’de yayınlanan şiirlerimi seviyorum. Editörlüğünü yaptığım İskele dergisinde şiir yayınlıyorum ancak öykü benim kimliğimmiş. Sevgili Ali Haydar Hoca, kaderimi kaderine benzetti, diye gülümserim ona ama ne iyi etmiş! Kurgunun lezzetine varınca, bir nevi oyun kurunca içimde kâinatı kucaklayan bir yaratma aşkı doğuyor. Her şey bende gizli ve hepsi benim, diyorum!
Meslek olarak Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenisiniz. Mesleğini seven öğretmenin dili sevdirmesindeki etkisi nedir?
-Benim hikâyemde söz ettiğiniz bu ilişki, etkileşim her daim girift bir mahiyetteydi. Alan tercihini bilinçli yaptığıma göre hikâyeyi başlatanın ne olduğu ortaya çıkıyor. Türk Dili ve Edebiyatı’nı okumak tek hedefimdi ve bu hedeften hiç şaşmadım ayrıca yeniden tercih yapmak söz konusu olursa tereddütsüz “yine edebiyat, yine edebiyat” diyeceğimden öğrencilerim de dâhil yakın çevrem emindir. Yıllar sonra beni, ders kitaplarına “Ben bir edebiyat öğretmeni olmak istiyorum.” yazan öğrenci, olarak hatırlayan arkadaşlarım var. Bunu ben hatırlamazken… Fakat Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ına yazdığım şiiri okuyunca hayretle “Şu an olsa ben yazamam böyle bir şey.” diyen edebiyat hocamızı hiç unutmam. Ona âşık değildim! Hani tatlı bir aşk hikâyesi olur ya öğretmenine âşık olmak! Hele de aşk hikâyelerinin, şiirlerin okunduğu bir dersse; şiirler okuyan, belki şarkı söyleyen bir öğretmense… Öyle bir Türkçe, edebiyat ya da müzik öğretmenim, aşk hikâyem olmadı ama bence o aşkı, anneannemin kıssaları anlatırken zaman zaman özgürce akıttığı o gözyaşlarına duydum. Zengin kelime hazinesine… Ne kadar iyi bir etimolog olduğunu bilmiyordu, bilmiyorduk, ben de sonra öğrendim! O nasıl bir aşktı ya Rabb!
Nasıl bir aşktı?
-Aşka âşık olmuşum! Dil ve edebiyat bilimini yerinde öğrenmeyi çok istememin sebepleri bunlardır. Alan bilgisine hâkim olmak… Türkoloji mezunuyum. Tezim Çağatayca Kur’an tefsiriydi. Günlük hayatımda kiminle iletişime geçersem geçeyim onda ilk dikkatimi çeken saçı, başı, yüzü -kara kaşıyla kara gözü- değil konuşması oluyor farkında olmadan. Evimdeki kitaplığım hazinem ve her bir parçası ayrı kıymette. Meslek olarak icra ettiğim bir alanı bir de kişiliğime, günlük hayatıma iyice sirayet edecek kadar içselleştirip yaşıyorsam bunun adı huzurdan ve vicdan rahatlığından başka ne olabilir? Belki de mesleğimi yaparken hiçbir sorun yaşamamın sebeplerinden biri de buydu. Yaptığıma “meslek” olarak bakamadım ki hiçbir zaman. Aşktı.
Yedi İklim dergisiyle yollarınız nasıl ve ne zaman kesişti?
-Edebiyatın kalbinin dergilerde attığına ve çağın bütün dijital saldırısına rağmen bir avuç gönül insanı sayesinde bunun hiçbir zaman durmayacağına inananlardanım. Bu inanç insani kaygıları da zayıflatıyor. Dünya edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatının son yüz elli yılına baktığımızda Cemil Meriç’in “Dergiler hür tefekkürün kalesidir.” sözlerine şek ve şüpheye yer kalmayacak biçimde katılmak işten bile değil. Bilmez misiniz, dergileri aydan aya beklemenin bir heyecanı var. Eğer yayımlanması için özel bir gün varsa günü geldiğinde gazete bayisine bakmak, yeni sayıyı görmek insanı nasıl mutlu eder! Hayatımızda kapladıkları yer birçok insan tarafından sorgulansa da hâlâ bir yere sahip. İnternet, bilgi, akıllı telefon gibi farklı adlar taktığımız bu çağda hâlâ bayilerde, marketlerde, dergiliklerin bulunuyor olmasının değerini biliyorum; onlarca insanın bu çağda hâlâ bu işi gönül vererek sürdürüyor olmasını takdir ediyorum. On yıllardan, yüzyıllardan gelen bu mecmua geleneğinin bize ve kültürümüze kattıklarını unutamam. Üniversitedeki öğrencilik yıllarımızdan bu yana dergilerden kopamadım ki ben! Bir derginin -buna isterseniz bir zamanların kültür-sanat ekleri ya da köşeleri olan gazeteleri de ekleyebilirsiniz- sürekli, istikrarlı ve bunun sonucunda sıcağı sıcağına sunduğu hazzı hangi özgür okumalar verebilir, tarafsız düşünmek lazım. İşte o “Kimliksiz Şiirler” adını verdiğim dosyayı; bu kez hiç düşünmeden, olması gerekenin bu olduğunda tereddüde düşmeden tabii ki bir edebiyat dergisine gönderecektim. Dergi kökenli olmanın özel bir konumu vardır. O dönemlerde özellikle şiir türünde sadece iki farklı çizgideki dergiye açılmıştım. Açıldım, diyorum çünkü işin içine mahremiyeti dâhil etmekten de gizli bir haz duyuyorum. Yedi İklim her şeyin yanında bir okul ve benim buna ihtiyacım vardı. Farkındalık oluşturan, değiştiren, dönüştüren, ufuk açan, sevgi dolu bir okul… Bir aile… Sevginin egemen olduğu bir ailede büyüyen çocuk, başka bir şeye ya da yere, oluşuma neden yönelsin ki? Ayrıca ruhunuzun derinliğinde uyuştuğunuz bir medeniyet çizgisine sahip o kökten kopmak, insanın kendine yapabileceği en büyük merhametsizlik.
Burada ilk yayınlanan şiir miydi öykü müydü? –Önce şiirlerim yayınlanıyordu. Bu dönemde Ali Haydar Hoca’nın iyi niyeti, ilgisi ve emeği çoktur üzerimde. Tatlı tartışmalarımız da oldu, anımsadıkça güldüğümüz. O da öyle düşünür mü bilmem ama bence ben iyi bir öğrenciydim! Klasik eğitimci benzetmesine başvuruyorum evet; yumuşak, içten içe mayalanan bir hamurum vardı ve beni öyküyle aşıladı. Dilimden yakalamış olmalı. “Anlatıyorsun.” diyordu. Denemem gerektiğini hissettim. “Sahaf” öyküsünü bir çırpıda yazdım ve üzerinde editöryal düzenlemeye pek gerek duyulmadan yayınlandı. Şiirler bu öyküden sonra da yayınlansa bile artık ben, o ben değildim. Hele sevgili Hüseyin Atlansoy’un Taşları Bahara Durmuş Yolun Hikâyesi adlı öyküyü bir gecede yazmama sebep olan şiirinin bendeki yansımasının “anlatmaya dayalı” olduğunu idrak etmek sanırım dönemeçlerimden biriydi.
İçinizde doğan duyguyu neye göre şiir veya öykü olarak yazmayı belirliyorsunuz?
-Bunu düşünmemiştim! İlk bakışta kendiliğinden ya da kara düzen gibi görünse de aslına bakarsanız hiç de öyle değilmiş. Gerçekten kendi ritmimde ilerliyormuşum. Sadece duygu mu itici gücüm, tartışabiliriz. İtici gücün duygu olması şiire daha yakın bir durum ve yine mahremiyet katmaktan keyif duyduğum zamanlara denk gelebilir. Kapalılığın, metaforun, imgenin, müzikalitenin, üstüne bir de baş edilemeyen hissiyatın yeri şiir ve bu dünya işi değil! Kelimeleri delip geçen derinlikte, söz olanaklarının sınırsız olduğu; “Buyur bakalım ey okur, al bunu, ne yaparsan yap,” diye soyut bir dünyaya tutuşturulan yanık bir mektuptan başka bir şey değil şiir. “Bundan sonra derdini, sancısını sen çek,” denen başa bela bir tür! Öykünün duygudan ziyade gözlem ve gösterme düşüncesiyle harekete geçirdiğini düşünüyorum. Yazarken duyguları göz ardı etmiyoruz tabii. Öykü, “Bir ihtimal daha var, haykırmalı,” dediğim zamanlarda tutuyor beni. Ancak gerçek şu ki şiir olsun öykü olsun, hiçbir kurmaca metin edebiyatın ne olduğunu bilmeden yazılamaz. Bunun için fakülte de bitirmek şart değil.
—-
Daha çok hangisisiniz? Şair mi öykücü mü? –Estağfurullah, ikisine de ‘oldum’ demiyorum. Uğraşıp kafa yorduğum tür olarak değiştirmek istiyorum soruyu. Öykülerimi yayınlıyoruz daha çok. Sanırım bunun cevabı şimdilik açık. Ancak şiirle beslenmeyi seçiyorum. Şiir okumayı çok seviyorum hatta önceliyorum. Bir bölüm bile olsa şiir okumadığım gün yoktur, bunu rahatlıkla söyleyebilirim hatta özellikle şiir okuyacağım derim ve özellikle okurum.
Öykülerinize malzemeleri nasıl topluyorsunuz?
-Bunun için özel bir çaba harcamaya gerek kalmıyor ki! Her şey gözümün önünde.
Size göre öykü ile hikâye arasında nasıl bir fark var?
-Ah, Türkçemiz! Hikâye öyküyü içine alan daha büyük bir kelime.
Kitabınız “Taşları Bahara Durmuş Yolun Hikâyesi” adını taşıyor. Taşın bahara duracak nasıl bir kalbi var?
-Taşın da dili var! İster inanın ister inanmayın ama taşlar da baharın geleceğini biliyor.
Aşktan öte ne var veya var mı?
Aşktan öte aşktan vazgeçiş var.
Gerçek bir güzellik nerede saklı?
-Gerçek güzellik bizim gördüğümüzü anlamlandırdığımız hâlinde saklı ve dolayısıyla o güzellik bizde saklı. Bizim bakışımızda gizli.
Son olarak kitaba girecek hikâyeleri seçerken zorlandınız mı?
-Hayır, sadece Yedi İklim’de yayınlanan öykülerle bir dosya oluşturmak gibi ölçüt oluşturdum kendime, bu kadar. Farklı sebeplerle ya da mecralarda değerlendirdiğim öyküler yok orada. Bu da tamamıyla duygusal yaklaşımımın sonucu. Kararlarımı hep kalpten veririm, mantık süzgeci çok nadir başvurduğum eski bir alettir! Hiç de pişmanlık ya da eksiklik duymam; zaten çoğunlukla kalbim aklımı ikna eder, ayrı baş çekmezler ya da kalbim yumruğunu masaya vurmuştur, onun sözünün üstüne söz söylenemez! Sonuç da hep tatminkâr ve bana ait olur. Bunda da öyle oldu. Zaten o öykülerin heyecanını dergide yayınlandığı sayılarda doyasıya yaşamışım. Bu yetmez mi? Kitap onları sadece derledi topladı, on yedi adet dergi yerine bir cildin içinde muhafaza etti, o kadar. Şöyle ki, kitap Kültür ve Turizm Bakanlığının İlk Eserler Projesi desteğiyle Yedi İklim adına çıktı. O öykülerin Yedi İklim dergisinin yayın kurulunun yayınlamaya değer bulup yayınlanması, daha sonra Edebî Eserleri Destekleme ve Değerlendirme Komisyonundan geçip kitaba dönüşmesi ya da bir okurun öykülerimden herhangi bir bölümle benimle hemhâl olması elbette güzel şeyler ancak önceliğim, en keyifli anım ölü bir serçenin hafifliğini duyumsadığım o bitiş anı. Şunu da eklemeliyim ki kitap dosyasına yetişmeyen, dergide bir yıldan fazla bir süredir yayınlanan öykülerimi sanki daha çok seviyorum. Evlat ayrımı mı yapıyorum!
01.10.2025



