UĞUR CANBOLAT
KALABALIK bir ekiple Erenler diyarı diyebileceğimiz Kastamonu’ya gitmiştik.
Yolculuğun her safhası güzeldi. Coşkuluydu.
Dostlar hayata anlam katmaya kendi müktesebatı miktarınca gayret ediyorlardı.
Dünyevi işlerdeki pozisyonlarını da bu çerçevede sürdürüyor, sorumluluk bilinciyle hareket ediyorlardı.
Yanlışlar yok muydu, peki? Elbette vardı. İnsanın olduğu yerde eksiklik ve yanlışlık olmaz mıydı hiç!
Şeytan’ın Rabbimizin doğru yolu üzerinde oturacağı bilgisini yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’i okuyan herkes biliyordu. Bilmiyorsa da bilmeliydi.
Muhabbetimi devam ettirdiklerim arasında sorgulamayı esas alanlar da vardı ve birbirimize uyanık olmayı telkin ediyorduk. Ancak anlatacağım husus bu değil.
…
İKİ otobüs Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin huzuruna vardık.
Ziyaretimizi gerçekleştirdik.
Türkiye’nin her yerinden her gün yüzlerce misafiri ağırlayıp nice renkli sahnelerin görüldüğü bu mekânın ötesine berisine dağıldık.
Tam bir insan harmanı…
Kimi çevresine topladığı onlarca kişiyle gelerek edeple ziyaretini yapıp ibret almaya çalışırken kimilerinin de ne yazık ki kibirli çalım satmalarına sebep oluyor.
O gün büyük bir şehirden gelen kendini inanç önderi olarak sunan biriyle tanıştık.
Daha doğrusu ekranda olduğumuz vakitler olduğundan tanıdı. Bunu vesile kılarak ortaya doğru ve yanlışın sarmaş dolaş olduğu bir nutuk atmayı ihmal etmedi. Çevreden toplananlara da kendisinin büyük bir manevi şahsiyet olduğunu güçlü vurgularla ima etti. Çevresindekilerin ellerini namazdaki gibi el bağlayarak durmaları zaten bunun onlar tarafından kabul gördüğünü gösteriyordu.
Orada sırlanan mekânın sahibi büyüğe saygısızlık etmemek için elbette sadece gözlem yapmakla yetinmiştik ancak müzenin giriş merdivenlerinin yanında yere çökmüş kendi derununda olan ihtiyar nur yüzlü dedeyi de gözden kaçırmadık.
…
HERKES serbest saatte şehrin ayrı yerlerine dağıldı.
Ben ise gözüme kestirdiğim bu yaşlı dedeye yakın olma arzumu pekiştirdim.
Yavaşça yanına varıp iliştim.
Elini öpmek için hamle yaptım ancak müsaade etmedi, kendisi başımdan öperek “Selamette olasın evlat” dedi.
Duymak istediklerimi bilir gibi bir hisse kapılmıştım. Bu münasebetle soru sormayı lüzumsuz buldum.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra buna gerek kalmadığını zaten görmüştüm.
“Haya hayattır nazarım” dedi ilk cümle olarak ve bu çerçevede muhteşem sözler sarfetti.
…
HAYA ile hayat bulanların idraki ölmez diri kalırmış.
Esas dirilik ise buna bağlıymış. Bedenen diri olmak bu bakımdan önemsizmiş.
Tadına doyulmaz o sohbetten benim aldığım özet ya da ana fikir şuydu: Hayatın hayatı hayadır.
…
HAYA ile gerçek diriliği elde etmek temel vazifemiz olmalı.
Haya doğru prensiplerin rutin bir yaşam haline gelmesine sebep oluyor ki, çok mühim.
Bu, olumsuzluğa fren demektir.
Olur olmaz her yerde lüzum etmeden söz söylemek söyleyene karşı saygıyı giderir, sosyal yaşamda kişi kendi itibarının katili olur.
Haya haysiyet diriliği demektir.
Cahil olan bile sınırları zorlamayıp sükutu tercih ettiğinde kendini korumuş olur.
Haya kişiye kendisini aslında olmadığı gibi göstermesine mâni olduğundan riyadan muhafaza eder.
Reklamın, gösterişin kofluk içeren yalanlarından beri tutar.
Dini hakikatlerin sanal dünyada reklam ve şöhret aracı yapılmasının zirveleri zorladığı modern zamanların cezbedici anaforundan uzak tutar.
Rabbimizin vahyi bizlere ulaştırması için emanet ettiği Resullerinin hayayı temsil etmeleri, tevazuya bürünmeleri, asla kulluk çizgisini aşmamaları, tebliğlerini bu çerçevede ahlaki umdeler üzere gerçekleştirdiklerini düşündüğümüzde hayanın hayatımızda olması gerektiği yeri daha iyi kavrayabiliriz.
Hayalı anne baba, hayalı eş, hayalı dostlar, hayalı arkadaşlar olmamız gerekiyor.
Aynı şekilde hayatta üstlendiğimiz diğer roller nelerse oralarda da haya çizgisi olmalı.
Hocalar anlatırken de aynı esas söz konusudur, mürşitlerin irşat vazifelerini icra ederken de…
Kısacası haya her zaman hayatın her yerinde olmalı.
Acaba bu konu üzerinde tekrar düşünmeli miyiz, ne dersiniz?
“Hayatın hayatı hayadır” diyen haya ile hayat bulan o dedenin mesajı herkesi kapsamıyor mu?
Ya Selam!
15.12.2025


