İlim ilim ilmektir

UĞUR CANBOLAT

MUSİKİ meclisi kuruluyordu her hafta. İlahilerle başlayıp deyişlere geçiyorduk. Ardından yol gösteren irfan türküleri sıraya giriyordu. Sürpriz konuklar gecenin en sevimli renkleri oluyordu. Kimi yeni şiirini okuyor kimi de sözü güçlü şairlerin şiirlerini yorumlamayı tercih ediyordu.  Cıva gibi gençler düştü bir ara ortamımıza. Kültürümüzü tanıma merakında olan bu delikanlılar zamanla evleri gibi belleyip müdavimi olmuşlardı muhabbetin. Neticede gurbetteydiler. Aile terbiyelerine halel getirmeyecek dahası köklerine inebilecekleri, kendilerini yabancı hissetmeyip aidiyet duygusu geliştirebilecekleri bir mekân bulmak elbette zordu. Hele de büyük şehirlerde…

Bu sebeple bazısı bizi babası gibi görüyor ve sığınabilecekleri büyüklerine yaslanmaları onlara güç veriyordu.

Memleketine izne gidip dönenler, yörenin meşhur lezzetlerine anne babalarının selamını da ekleyerek ikram ediyorlardı. Mezun olup görev alarak başka şehirlere taşınanlar ise videolarla hasret giderip, ilk fırsatta gelip yeniden nefeslenmeyi umuyorlardı. Hatta bu sık karşılaştığımız bir durumdu. Bir defasında doğuda vazife yapan bir arkadaş Konya’ya ailesine gitmeden önce elinde valizlerle meşk akşamına gelmişti. “Nereden gelip nereye gidiyorsun?” sualime “Kars’tan geliyorum, Konya’ya gidiyorum” demişti. “Evet ama burası İstanbul” dediğimdeyse “Uğramadan gidemezdim, çok özledim” demişti. En son içimizde büyüyüp serpilen bir yiğidimizin annesiyle elden ulaştırdığı asker mektubunu paylaşmıştık. Ülke dışında vatan görevi yapıyordu fakat mızrabını sazına her vurduğunda yanımızda, dostları yanı başında hissediyordu.

Anladım ki, muhabbet ehline mesafe sorulmazmış. Bu abesi bir daha işlemedim.

BENİM görevim ise bir nevi “Çeşme başı bekçisi” olmaktı.

Çeşme suyunu salar durur. Ağacın gölgesi yer değiştirse de kendisi her daim kaimdir. Çeşme, uğrayanlara soğuk suyunu ikram edip ferahlatırken ağaç, gölgesinin serinliğinde yaslananların büyük şehir stresini hafifletirdi.

Bir de kimi zaman tebessüm ettiren, arada güldüren, bazen de düşündüren hikâyeleri araya serpiştirerek doldurmaktan ibaretti yaptığım.

BENDİR CANLARIYLA ilahiler okumaya başlamıştık. Karadeniz’in sert rüzgarıyla genetiği bilenmiş sazendemiz Salih Emrah muhabbet meydanımızın sıdk-ı sadıklarındandı. Neredeyse on yıldır şehir dışında olmadığı sürece hiç aksattığı olmamıştı. Sazını kılıfından çıkarıp yanı başıma iliştiğinde mızrabını tellerle buluşturmuştu yine.

Türkmen Kocası Yunus Emre’nin şu dizeleriyle başlayan nefesini her zaman olduğu gibi şevkle okumuştuk.

“İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır.”

Aramızda “Nigâr Baba” şeklinde ünlediğim Koca Hamza da vardı. Zehir gibi okuyan, aklı cevval, kalbi hüşyar olan bu büyüğümüz bembeyaz uzun saçlarını parmaklarını tarak gibi kullanarak düzelttikten sonra yine aynı beyazlıktaki sakalını sıvazlamıştı. Bu, söyleyeceği mühim bir şey olduğunun aramızdaki işareti olmuştu. “Buyur Nigâr Baba” dedim. Her zaman olduğu gibi Estağfurullah çekerek “İmanım Yunus Emre Hazretlerinin bu nutkundaki ilk satır kayıtlarda böyle değil, değişime uğradı” dediğinde dikkat kesildik. Meğer ilk dize “İlim ilim bilmektir” değil “İlim ilim ilmektir” şeklindeymiş.

İLMEK, değmek demektir. Dokunmak anlamına gelir.

Yanına ilişmek ve aklınla kalbini birleyerek tüm hissiyatınla dinlemek demektir. Bilgi düğümlerini ardı ardına hafifçe atmaktır. Daha sonra gelecek taze bilgiler ekleneceğinden sıkı düğümlemeye müsaade edilmez. Bu bilgide değişebilirliği kabul etmemek anlamına gelir. Taassubun kapısını aralık bırakacağından hoş karşılanmaz.

İlmek aynı zamanda hedef odaklı olmak demek olduğundan göz açıklığı gerektirir. Çünkü her öğrenileni diğerine iliştirerek yoruma ulaşmak lüzumu vardır. Halk ağzı ile iki parçayı birbirine tutturmaya ve örmeye de ilmek denir. Bir nevi örümlemek demektir. Çünkü tek başına bir bilgi diğerleriyle temasa geçerek birlik oluşturup yoruma ulaşmadığında ilim olamamakta ve malumat nevinden bir bilgi olarak kalmaya mahkûm edilmektedir.

BU hadise beni çocukluğuma götürmüştü. Uzun süren kış mevsiminde evlerin duvarlarına halı veya kilim dokuma tezgâhları kurulurdu. Komşularımızın gelinlik çağına gelmiş kızları geldiğinde hem iki lafın belini kırıp yârenlik ederler hem de tezgâha geçip yardım ederlerdi. Bunların bazıları sıdk-ı canla işe odaklanırken bazıları da haylazlığa meyleder elinden çok dilini çalıştırırlardı. Tam burada rahmetli nenem “Kızım sen ilmek atmıyorsun, ilmik atıyorsun” diyerek hafif yollu azarlardı. Sonradan öğrendiğime göre gözü oynaşta, dili lafazanlıkta mahir olanların isteksiz attığı düğüme ilmek değil ilmik denirmiş.

“İLİM ilim ilmektir” demek ilmin insana isabet etmesi demektir. Tesirli olmasıdır. Hayata karışıp etkin olmasıdır. Ezber olmaktan çıkmasıdır. Kötü yanlarımızı perişan edip iyi yanlarımızı güçlendirerek pekiştirmesi, sağlam olanı daha da sağlamlaştırmasıdır. Kemiklerin içini dolduran ilik gibi aklımızı, fikrimizi, kalbimizi, duygumuzu güçlendirmesidir.

Bu hâsıl olduğunda ancak Koca Yunus’un ikinci satırında söylediği “Kendini bilmek” mümkün olabilmektedir. Var olasın Nigâr Baba var olasın.

Ya Selam.

24.12.2025

https://www.istiklal.com.tr/yazarlar/ilim-ilim-ilmektir-1078441h

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Related Post

  • Bir Hasrettir İstanbul

    Gönlümüzün payitahtıdır kutsal şehirlerimizden sonra. Ona bir başka bakarız. Bir başka hissederiz onu. Hasret yangınlarımız orada ateşlenir, vuslatın sükûtu yine…

    Read More

  • İlim ilim ilmektir

    UĞUR CANBOLAT MUSİKİ meclisi kuruluyordu her hafta. İlahilerle başlayıp deyişlere geçiyorduk. Ardından yol gösteren irfan türküleri sıraya giriyordu. Sürpriz konuklar…

    Read More

  • Anlamsızlığa dayanır mı bu kalp?

    UĞUR CANBOLAT SEVGİSİZ bir aileye doğmuştu. Muhabbet fukarası olunduğu için yuvaya dönüşemeyen dört duvarın arasında gelişip büyümek elbette hiç kolay…

    Read More