UĞUR CANBOLAT
YANAŞIK düzen eğitimine ilk elden alınmıştık. Askerliğe dair hiçbir kuralı bilmiyorduk. Sadece akşamüzeri teslim olmamızdan sonra neredeyse üstümüze fırlatılarak verilen er elbiselerini giyebilmiştik. Çoğumuza da bol gelmişti. Hatta öncesinde büyüklerimizin nasihati üzere ayakkabı numaramı iki rakam büyük söylediğimden ayağım neredeyse bir çocuk mezarı mesabesindeydi ve yürümekte zorlanıyordum.
Acemiliğin ilk günlerinde verilen bu temel askeri eğitim çok önemliydi. Silahsız ve silahlı hareketler olarak tarif edebileceğimiz eğitimin ilk komutları basit gibi görülse de dikkat istiyordu. İlk başta “Rahat” ve “Hazır ol” gibi kısa ve net olarak anlaşılan bu talimatlar sivil hayattan bambaşka bir ortama farklı yer ve kültürlerden gelen insanları aynı potada disipline etmeye dayanıyordu.
Hemen söylemeliyim ki, çok serttiler. Komutanların ses tonları bile ürkütücüydü. Zamanla elbette bir ülfet oluşuyor ve karşılıklı bir fikir ortaya çıkıyordu ancak eğitim sahasına geçildiğinde ilkeler söz konusu olduğundan en küçük bir taviz bile verilmiyordu.
…
ABARTTIĞIMI zannedenler lütfen hatırlasınlar.
Dönüşler çok önemliydi örneğin. Sağa, sola ve geriye dönüşler komutunda tüm dikkatiniz evvela bildirim komutunda olmalıydı. Hemen ardından yaptırım komutunda. Gecikme veya yanlış dönüşler oluyordu ki, bunu beceremeyenlere defalarca tekrar ettiriliyordu.
Selam verme konusu misal. Kaç metre önden başlamalı, bakışlar nasıl olmalı, göğüs duruşu ne şekilde ayarlanmalı ve en önemlisi de parmakların hizalanışı ve açısıydı. Çok basit görülen bu durum bile saatlerce çalışmayı gerektiriyordu.
Yatma komutuna uyma, kalkma, çömelme, çökme, yürüme, sürünme, yarım kol ve tam kol hizaya gelme bir şekilde halledilse de tekmil verme konusunda takılmayan neredeyse yok gibidir. Ad ve soyadı ile memleketin söylenmesinin yanı sıra bulunulan tabur, bölük ve mangayı seri biçimde ifade etmek zordu, illa bir karışıklık olurdu.
Bu ilk bölüm prensiplere uyularak halledildiğinde artık silahlı yanaşık düzen eğitimine geçilirdi ki, burada da silah omuza, silahlı esas duruş, çapraz tutuş, silahlı şekilde selam verme, silahla sürünme gibi zorluklara sıra gelirdi.
…
HAŞATIMIZ çıkmıştı ilk gün. Kıpırdayacak halimiz kalmamıştı. Mekân bilgisi eksikliği, ürkek bakışlar, önünde ve arkandakini henüz tam tanımamış olmak, ranza arkadaşlarınla henüz bir ünsiyetin oluşmaması gibi hususların hepsi bir araya geldiğinde hal-i perişanımız sanırım anlaşılacaktır. Isparta’nın Ali Dağına doğru koşmayı, Davraz Dağına bakarak türkü çığırmayı öğrenecektik elbette ama bunlar biraz zaman alacaktı.
…
YEMEK sonrasındaki serbest zamanda camiye gitmiştim. Usta askerler oturmuş sohbet ediyorlardı. Asker ocağında ilk sorulan sual genellikle nereli olduğunuzdur. Yaşı epeyce ileri görünen bir asker, etrafında toplanan kişilerle tadına doyulmaz bir sohbete dalmıştı. Bu manzarayı görünce içime serin sular serpilmişti. Gönlüme denk gelen arkadaşlar bulabilmiş olma ihtimali yorgunluğum sonrası kaymaklı kadayıf ikramından daha yüz güldürücüydü.
Konuşan iki kazıklı bir çavuştu. Saç ve sakallarında beyazlar nöbete durmuştu. Önce ayakkabılarıma bakıp rahatsız etmeyecek munis bir tebessümle “Sende mi aynı tongaya geldin torun” demişti.
Usta askerlerin terhis zamanı yaklaşmışsa onlar ilk gelen acemilere bu şekilde hitap ediyorlardı. Henüz vaktini ortalamış olanlar ise acemilere “Kuşlar” şeklinde sesleniyorlardı. İlk soruları memleket olmuştu doğal olarak. Yozgatlı olduğumu söylediğimde çevresindekiler konuşan kişiye dönerek neredeyse hep bir ağızdan “Ferman Baba bak hemşerin” demişlerdi.
Kalktı, kucakladı. Neredeyse kaburgalarım kırılacaktı. “Hoş geldin imanım” demişti. O gün bugündür sevdiklerime ben de zaman zaman “İmanım” diye seslenirim. Bu, “Sana inanıyorum, güveniyorum, imanım bu yönde” demekti.
…
FERMAN BABA âlimdi. Sözü dinleniyordu. Muhabbeti sarmaşık gibi insanın kalbini kaplıyordu. Sözlerinin ucu açık değildi. Kararlıydı ve cümleleri de buna göre son buluyordu. Otorite sahibi olduğu belliydi ama bunu bilgisiyle sağladığı da aşikârdı. İnsanları muhabbetle yönlendirebilme yeteneğine sahipti. Gücünü ve etkileyiciliğini insanların hayrına kullanıyordu. Problemi olanları dinliyor hiç akla gelmeyecek pratik ve yaratıcı çözümler üretebiliyordu. Bunları Anadolu irfanıyla mezcederek anlattığından insanın kalbinden itiraz hissi yükselmiyordu. Negatif yüklü değildi. Sözleri aydınlıktı. Hâmilik diyebileceğimiz korumacılık duygusuna sahipti. Nezaketi elden bırakmadan ama kararlılığına da halel getirmeden herkesi organize ediyordu.
Zihnimde ilk uyanan bu duygular sonrasındaki gözlemlerimle de pekişmişti.
…
YOL göstermesini istemiştim gördüğüm ortamdan etkilenerek. Yüzüme şefkat kanatlarını açarak şunları söylemişti ki, gün gibi hatırlıyorum.
“İlkelerin olsun, prensipli olmalısın, düzen ve kaide mühim. Umdesiz kalmak çölde kaybolmak gibidir. İlkelerin sağlamsa ibren doğruyu gösterir. Yoksa bu çölden çıkış yolunu bulamazsın. Kul kurallı olur. Bir aslın, dayanak noktan olsun. Aslı olmayanın vaslı yani vuslatı olmaz. Yalan önce kalbe sonra ayağa dolanır. Çünkü ilkesizliktir. Kaidesi düzgün olmayan sütun eğri durur. Haşmetli olması göz yanılmasıdır.”
Koğuşa döndüğümde yatmadan önce hepsini not almıştım. Benim için hayat bahşeden öğütlerdi. Taşınma sırasında sararmış o yapraklar elime geldiğinde nasıl da sevindim.
Görüşme mesafemiz açıldığından kendime mahcup oldum. Rehberimde kayıtlı olan numarasını aradığımda oğlu çıktı. Sorduğumda “Pandemi salgınında uğurladık babamı” dedi.
Kavuşmak öte tarafa kaldı ama o sararmış yaprakta beni İskenderun’a dağıtıma yollarken uzun kucaklamasından sonra söylediği cümleyi burada paylaşmazsam mevzu eksik kalır. Zira ilk görüştüğümüz gün söylediklerinin mütemmimi mahiyetindeydi.
“İmanım dikkat et. Kaidesi olmayanın gailesi olur.”
Bu dünyadan bir Ferman Baba geçti. Ve o hep “İlahi fermana” harfi harfine uydu. Takıldığım meselelerde arardım. Öyle cevaplar verirdi ki, şükür sebebimdi. Hepsi de vahye dayalıydı. Bin rahmetle anıyor ve mağfiret niyazlarımı yükseltiyorum.
Ya Selam!
06.12.2025


