Konforlu Huzursuzluk

UĞUR CANBOLAT

DERYADİL bir hanımefendiydi.

Derin düşünürdü. Eleği çok inceydi. Zarafet dışında bir şey o elekten geçmezdi. Eleştirilerini direkt kaba bir üslupla geldiği gibi değil lisanın imkanlarını gönlün rikkatiyle vuslat ettirerek gerçekleştirirdi. Yüreği engin denizlere eş olacak kader dingindi. İfade gücü muhteşemdi. Kelimeler onun dilinden sanki efsunlanarak çıkardı. Muhatabının bu sebeple etkilenmemesi imkansızdı. Yüzeyselliğe prim vermezdi. Kıyafet, renk tercihleri, takıp takıştırdıkları, selamlama şekli, el hareketleri, oturuşu, kalkışı, karşılaması, uğurlaması bir bütünlük arz ederdi. Biri diğerini yalanlamaz onaylardı.

Adı Hediye olan bu mesai arkadaşımın genç yaşına rağmen tüm bu hususiyetleri nasıl cemettiği giderek merakımı celbediyordu. Siz isterseniz buna gazetecilik merakı deyin bense kaynağa ulaşma cehdi diyeyim fark etmez. Nicedir karanlık gözlükler takıp kötülük saçan dünyamızda “Böyle insanlar kaldı mı veya var mıydı?” dedirten bir örnekle karşılaşsanız sizin de tüm duyargalarınız aynı anda alarm verip harekete geçmez miydi? İşte olan biten tam da buydu.

BİR Ramazan akşamında iftar daveti almış olmamız bu zemini görmem açısından harika bir fırsattı. Ebeveynine selam ile “Elbette geliriz davete icabet esastır” demiştim. Ama esas merakım bu deryadil insanın yetiştiği, nefes aldığı, serpilip filiz verdiği ortamı merak ediyordum. Bir alan çalışması yapacak, gözlemlerde bulunacaktım. Nitekim öyle de oldu.

Kapı açışlarından uğurlayışlarına kadar her kare hafızamda tüm canlılığı ile duruyor. Büyükannelerinin diş kirası ile yolcu etmesindeki incelik hafızamın derinliklerine altın simle işlenmiş nakışlarından oldu.

Sofra düzeni, yemeklerin lezzeti, servis inceliklerini anlatmıyorum bile.

Ezandan sonra çorba kaselerinde az miktar ile orucu açtıktan sonra babalarının arkasında cemaatle kıldığımız namazın manevi hazzı hepimizi sarmıştı. Ne koştura koştura kılınan bir telaşı ne de yemekleri aklımızda bırakacak bir uzunluğu barındırıyordu. Bu dahi kıvamındaydı.

MEVLEVİ erkânına göre ellerin sofraya konularak yapılan yemek duasından sonra babası Hamdi beyin sözü sözle coşturması, araları kadim şairlerimizden beyitlerle zenginleştirmesi, güldürmeyen ama tebessüm ettiren ibretli nükteleriyle yapılan bir muhabbeti olmuştu ki, bu asudeliği sonraki zamanlarda çok az görebilmiştim.

Derinlikle genişliğin aynı anda hissedildiği bu muhabbetin kuşatıcılığını sair vakitlerde hep arayıp durdum ama nafile. Simgeler, remizler ve irfan incilerinin parıldadığı bu muhabbet ruhumuzu gecenin efsunlu bir tülü gibi çepeçevre sarmalamıştı.

Bilgiyi sopa gibi kullanmamanın, muhatabını küçültmemenin, bilmiyorsunuz yerine “Malumunuz olduğu üzere” gibi gönendirmenin mümkün olabildiğini belki de ilk orada görmüştüm.

EVLERİ bir sanat müzesinden farksızdı. Hatlar, tezhipler, ahşap oymalar, gümüş kakmalar ve adını bilmediğim ama içimi bir küheylan gibi şahlandıran kilim desenlerini tarif etmem imkânsız.

Duvarda enstrümanlar da asılıydı ki, ben dindar bir aile de ilk defa rastlıyordum. Kendimi konumlandırdığım yerde bunlara yer yoktu hatta ağır karşılıkları vardı.

Çok yönlü alabora olmuştum kısacası… Tevil etmekte zorlandım ve yerli yerine koyup anlamlandırmam ise uzunca bir zamanımı aldı.

DERYADİL bir ebeveynden elbette deryadil bir hediye sunulurdu dünyaya. Ki, isimleri de simgesel anlamda önemliydi. Baba adı Hamdi anne adı Şükran idi. Şükür ve hamd sarmalından çıkan hediye de zaten başka türlü olamazdı.

Gördüklerim, dinlediklerim, müşahede ettiklerim bunlardı. O iftar akşamı yâdımda dünyanın en meşhur ressamlarının fırçasından çıkan muhteşem sanat eserlerinden daha muhteşem olarak yerini hep korudu.

ESKİMEYEN DOSTLAR buluşmamıza geçen sene o arkadaşımda katıldı.

Ebeveyni hayatın öte yakasına kanatlanmışlar. Yalnız kalmış. Akademik kariyere yönelmiş, payeler almış. Hiç evlenmemiş bu sebeple. Sonra işler güçler ona kalınca sorumluluk üstlenerek akademideki görevini noktalamış. Burada da başarılıymış.

Anlattıklarına sevindim ama tabloda bir eksiklik hissettiğimden gayr-i ihtiyari “Bu ne hâl o zaman?” dedim. “Konforlu huzursuzluk var ben de ağabey” dedi iç çekerek…

Rahmete gark olasıca anne babası güzel imkanlar bırakmışlar. Kendisi de üzerine koymuş ama tüm bunlara rağmen içinde meydana gelen bu açlığı kapatamıyormuş. Bir süredir bununla mücadele ediyormuş. “Aramıza hoş geldin deyadil” dedim. “Sende de mi var?” dedi.

Olmaz mı hiç!

ELİMİZDE Allah’ın kitabı var. Kütüphanelerimiz tefsir ciltleri ve meallerle dolu. Gel gör ki her seneye bir âyet düşecek şekilde bile olsa bağlantılarıyla yaşımıza eş sayıda âyeti bağlantılarıyla anlayıp anlatacak durumda değiliz.

Konforumuz iyi, imkanlarımız mevcut, zamanımız var, sağlığımız yerinde ama içsel huzursuzluğumuz haddi aşıyor. Çünkü kendimizi arama ve bulma yolculuğunda nakıs kaldık. Rabbimizin lütfettiği ihsanlarla bizim çıktılarımız arasında baş döndüren bir orantısızlık var.

Fahr-i Kâinat Efendimizin mübarek ismi her anıldığında elimizi kalbimize bastırıp salavat getiriyoruz ama O’nun muhteşem hayatından aldığımız yansıma uzak şehirlerden gelen gece lambalarının ışığından daha cılız. Burada da tökezlemişiz.

Bunları bir köşede konuşuyorduk diğer dostların hararetli dünyevi muhabbetlerinden asude olarak.

Gözlerinden yanaklarına doğru yolculuğa çıkan damlayı gördüğümde içinin yangınını biraz daha yakından fark ettim ve fazlası fazla olur düşüncesiyle sükût ettim.

Ama bu kenara atılacak bir mesele değil. Her imkânımız var. Konforumuz âlâ görece olarak…

Ancak…

Yeterince huzursuz değiliz. Olmalıyız.

Ya Selam!

24.09.2025

https://www.istiklal.com.tr/yazarlar/konforlu-huzursuzluk-1063963h

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir