Vücut Ölüme Kurban Gider Yârenler

UĞUR CANBOLAT

NURU bâki olsun merhum hocamın sohbetlerinde “Nezaket-i İslamiye” olarak adlandırıp dile getirdiği bir husus vardı. Gidilen beldenin bilenen manevi büyüğünü ziyaret ederek onun hayat mücadelesi ve kulluğundan ibret alıp kendi yaşamımıza izdüşümler aktarmak şeklinde anlayabileceğimiz bu anlayışın gereği olarak ne zaman Ankara’ya yolum düşse muhakkak Hac- Bayramı Veli Sultana uğrayarak gönlümü demlerim. Türbe ziyaretinden sonra dışarıda bir gölgeye çekilip kendi derunumda yolculuğa çıkmayı önemserim. Kimi zaman ise dostlarla hazretin yamacında oturup çayımızı içer muhabbeti harlarız.

BU ziyaretlerin sürprizleri de olur sıklıkla. Yıllarca yolumuzun kesişmediği arkadaşlarla, özlediğimiz gönül dostlarımızla karşılaşırız. “Vay imanım” diyerek sımsıkı sarılır hasretin dumanını vuslat ateşiyle tüttürürüz. Söz sözü harlar. Hatıralar birbirine eklemlenir. Eski günler bazan hüzünle bazan coşkuyla zamanın eleğinde elenir. Âdeta kendimizi kendimizden yeniden doğurur tazeleniriz.

HELE eski zamanları…

Çevredeki kahvehanede bir masa bulup oturur, kalkmayı bilmezdik. Hazretin fukaraları etrafımızı çevirirlerdi. Meczuplarının nazlanmalarına şahitlik ederdik.

Dilenci değillerdir. Herkesin parasını almazlar. Israr etsen bile netice değişmezdi. Vermesi gerekenleri yüreklerinden hisseder onlara sadaka sevabı işleterek kazadan beladan korunmaları için niyazda bulunurlardı. Sistem böyle işlerdi. Görünenin dışında bambaşka mestur bir hayat vardır ki, ehl-i kalp tarafından önemsenir, bu duruma değer verilirdi.

“MECZUPLAR buradan elini eteğini çekti mi” diye düşünürdüm son zamanlarda. O eski köhne haller gidip yerini modern bir meydana bıraktıktan sonra harabat ehli gizlenmiş gibi gelirdi. Ya da bana rastlamazlardı.

Oysa eski zamanlarda Haluk Nurbaki Hocam ile camiye doğru yöneldiğimizde üç beş meczup son sürat koşarak hocamıza gelir, bin yıllık hasretlik gibi sarılırlardı. Ziyaret sonrasında bir muhabbet cümbüşü başlardı ki, sormayın… Tadından yenmezdi.

SON ziyaretlerimden birinde hazretle halvetten sonra yine bir banka oturmuş oraya buraya hızlı/ yavaş gidenleri seyre dalmıştım. İçimde birikmiş ne kadar şehir stresi varsa döküp kendimi hafifletiyordum. O sırada içim geçmiş göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı. Hafiften dalmışım. Kendime geldiğimde yanımda hayatın ağır imtihanlarından geçmiş bir nenenin oturduğunu fark ettim. Yüzümü kendisine doğru çevirdiğimde “Hoş geldin nazarım” dedi. Memnuniyetimi belirtmek için “Hoş buldum Sultan” dedim.

Nasıl da mutlu olmuştu. Yerinden yaşından beklenmedik çevik bir hareketle kalkıp gözlerini gözlerime kilitleyerek “Ben Sultanım değil mi?” dedi. “Hiç şüphem yok öylesin” cevabını verdiğimde kollarını iki yana açarak yarı sema yarı semah biçiminde neşeyle dönmeye başlamıştı.

Durum çevre tarafından fark edilince etrafımız kaynamaya başlamış ve bir süre sonra da çepeçevre dolmuştu. Gözleri kapalıydı. Bir süre sonra hafif araladığında cep telefonuna kayıt yapanları görünce durmuş ve tekrar yanıma oturmuştu. Kimi hayret kimi hayran bakışlar arasında kalmıştık. Seküler görüntüde olan insanlar da vardı ve ilgileri de hiç az değildi.

Vücut bakımına özenli, saçları fönlü kadınlara, kıran tuvalet giyimli, yakışıklı ve kaslı beylere bakarak şöyle demişti: “Vücut ölüme kurban gider yârenler… Gönlünüzü besleyin gönlünüzü…”

HAYRETLER içinde kalmıştım. Kalbime üzerinde düşünmem gereken bir cümle emanet edilmişti.

Günlerce zihnimin kıvrımlarında dolaşıp durdu bu cümle. “Vücut ölüme kurban gider yârenler… Gönlünüzü besleyin gönlünüzü…”

Bize anlatmak istedikleri şunlardı: “Modern dünyanın insanları olarak nasıl olduğumuzdan ziyade nasıl göründüğümüze odaklanmıştık. Yeme zevkimiz değişmişti. Tercihlerimiz farklılaşmıştı. Giyim kuşamımız bize yabancı bambaşka anlayışların ürünü projelere göre tasarlanmıştı. Beynimizden daha çok bedenimize yönelmiştik. Kalbimizden ziyade imajımıza yatırım yapmaya başlamıştık. En pahalı kokuları kullandığımızda nefsimizin içimizi çürüten pis kokularını bastırdığımızı sanıyorduk. Aklımız hakkaniyet ve adalet üzere iş tutmaktan çoktan vazgeçmiş menfaate dayalı bir eksene oturmuştu. İnsanları imanları, hedefleri, ülküleri, sancıları, sabır ve sebatları, azimleri, iyilikseverlikleri üzerinden değerlendirmiyorduk artık. Çünkü kendimize bu açıdan bakamıyorduk.  Varoluş sancılarımız istikametini şaşırmıştı. Kendimizi nasıl var kılmak istiyor ve tasarlıyorsak başkalarına da aynı ölçüleri uyguluyorduk. Şirazesini şaşırmış şaşkınlardık.”

Vücut ölüme kurban gidiyordu. Peki, imanımız, ikrarımız neye kurban gitmişti?

Mesele çok derindi. Çözmemek çözülmek demekti.

İŞTE Hacı Bayramı Veli fukarası Sultan Ana o gün şakulümüzü kaydırmıştı. Ne de iyi yapmıştı.

Ajandamdaki bu notu önceki gün gördüğümde tekrar aynı anları en canlı biçimiyle yaşamış ve içimden rahmet niyazları göndermiştim.

Bu sarsılmış hâlimle sosyal mecrada dolaşırken “Derman Hazretleri” olarak bilinen nuru baki hocamın da dostlarından olan Dr. Münir Derman’ın bir sohbetine rastladım. Şöyle diyordu:

“Vücut ölüme kurban gider oğlum, gönlünü besle gönlünü, yüce makamlara o çıkacaktır. İçinde bağırsak dolu vücudun bi para etmez evlat…!”

Gel de şaşırma. Gel de hayretler içinde kalma.

Sultan Ana meğer o gün “Dr. Derman”dan dermanlar saçmıştı…

Cümlesine kesiksiz hürmetler…

Ya Selam!

22.10.2025

https://www.istiklal.com.tr/yazarlar/vucut-olume-kurban-gider-yarenler-1069395h

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir