Yazar bir at sineği gibi konduğu yeri titretmelidir

‘Kızıl Martı Ateş Çocuk’ romanı yazarı Güner Dinçaslan:

Yazar bir at sineği gibi konduğu yeri titretmelidir

Kayseri’de misafir olduğum bir dost meclisinde kendisiyle tanışmıştım. Yeni çıkan kitabı ‘Köle Taciri’ni hediye etmişlerdi. Okudum. Sonrasında takibe aldım. Kendisini sürekli yenileyerek aşmaya çalışan ve hatta bunu başaran bir kalem olarak gördüm. Son romanı ‘Kızıl Martı Ateş Çocuk’ vesilesiyle yazar ve aktivist Güner Dinçaslan ile sizler için adanmışlık, dava insanı olmak, mücadele azmi ve yenilmezlik gibi konfor bozan kavramlar üzerine konuştuk.  

UĞUR CANBOLAT

——————————-

‘Köle Taciri’ kitabınızı okumuştum ilk olarak. Çalışmalarınızda başat olgunun mücadele olduğunu hissetmiştim. Doğru mu?

-Merhaba, öncelikle bu söyleşi için teşekkür ederim, edebiyatın konuşulacağı güzel bir söyleşi olacağı kanaatindeyim. Kitap değerlendirmeleri edebiyatta çok önemlidir hem yazar hem değerlendirilen kitap için önünü görmesi, sağlam adımlarla yazım dünyasında ilerlemesi için bu gibi değerlendirmeler yapılmalıdır. Eleştirilmeyen yorumlanmayan sanat eserleri ve edebi eserler yarım kalmış demektir. Bu nedenle kitaplarım adına teşekkür ederim.

Bir yazar olarak sanat sanat içindir görüşünü benimserim, edebiyatı da sözlü sanat olarak alırsak, yazar önce kendisi için yazar tezi ortaya çıkar. Her ne kadar böyle düşünsem de bu görüşümün ara sıra dışına çıktığımı, romanlarımda bu görüşümü esnettiğimi fark ettim. Süslenmiş, estetize edilmiş sadece edebi kaygıyla yazılmış romanların dışında sizin de okuduğunuz ‘Köle Taciri’ isimli romanımla sosyal içerikli romanlar birden ön plana geçtiler. Bu bir yazar olarak tasarladığım bir şey değildi ama bu yöne gitmekten de büyük keyif aldım. Psikolojik romanların yanında bu tür romanlar bana farklı bir nefes aldırdı. Farklı kategoride romanlar kaleme almam, daha farklı bir bakış açısı yakalattı. Bu bakış açısı da bireyin kaygılarını, dertlerini ve mücadelesini toplumdan ayıramayacağımı anladım. Hâsılı; ezcümle, konu her ne olursa olsun bireyden çoğula varıncaya kadar mücadele etmek hayatın kendi kuralıdır. Toprağa atılan tohum bir mücadelenin sonunda yeryüzüne çıkmaya hak kazanır, mücadele etmezse toprak altında çürüyüp gidecektir, ben böyle düşünüyorum.  

Mücadele yaşamın omurgası olmadığında hayattan geriye insana ne kalıyor o zaman?

-İnsandan mücadeleyi çıkardığınızda sadece nefes alan bir canlı kalır. İyi kötü, helal haram kavramları bile bir mücadele etmeyi gerektirir. Rutin haldeki bir hayat döngüsü insanı geliştirmekten çok uzaktır. Hem bedenen hem ruhen kemalata ermek için hareket edilmeli bir mücadelenin içinde olunmalıdır. “Durgun su yosun tutar,” bu atasözü mücadele etmenin ne kadar önemli olduğunu vurgular.

Pek çok dernek ve vakıfta aktif olarak yer alıyorsunuz. Sosyal çalışmaları da bir o kadar hayatınızda aktif tutuyorsunuz. Bunları kendinize yeterli görmediğinizden mi metinlerinizde mücadeleyi öne çıkarıyorsunuz, yoksa metinlerinizde söylediklerinizi mi uygulama sahasına taşıyorsunuz?

 -Şahsımın hayata bakış açısı “Sıradan biri olmaktansa öleyim daha iyi” düşüncesindeyimdir. Hücrelerimiz bile bize sormaksızın işlerini yapmaktalar, görevlerini aksatmamaktadırlar. Yaratılışımız öğrenmek, çalışmak uygulamak üzerinedir. Gece gündüz, aydınlık ve karanlık bunların hepsi durağanlıktan çok uzak bir döngünün eseridir. Kısaca buna mücadele dersek kendi hayatımıza uyguladığımızda da yetişebildiğimiz insani her konuya ilgi duymak, gücümüzün yettiği kadar toplum ve insanlar için yararlı olmak, ışık tutup aydınlatmak görevimizdir. Ama diye bir pekiştirme yapmak istiyorum, bunu yaparken sadece ayna olmak yetmeli, eğitmek veya değişik yaptırımlarla bir şeyler öğretmek olmamalıdır. Sokrates’in bir sözü beni çok etkiler ve bu görüşü kendime sosyal hayat içinde düstur edindim. Sokrates derki; “Düşünürler, sanatçılar ve bilgeler at sineği gibi kondukları yeri titretmeliler.” Toplumu aydınlatıp mücadele etmelerini sağlamak için dernek vakıf ve sosyal hayatın içinde yer alıyorum, umarım ki, bir at sineği kadar hükmüm olur. Mücadele etmeyi herhangi bir mekâna sığdırmıyorum, herhangi bir mekân seçmiyorum, buna ihtiyaç duymuyorum, özgürce düşüncelerimi söylemek, anlatmak yetiyor.

Mücadele ile bir davaya adanmışlık arasındaki bağı nasıl anlatabilirsiniz?

– Bir dava veya bir konuyu ideal edinmişseniz, sorumluluk almışsınız demektir. Fiiliyata dönüşmeyen, eylemi olmayan hiçbir dava başarılı olamaz. Roman yazmak istiyorsanız bunu fiiliyata dönüştürmeniz lazımdır, bir şeye inanmışsanız onun mücadelesinde olmalısınızdır ve hatta iddialı olmalısınız. Herhangi bir fiziki eylemden söz etmiyorum; hak ve adaletin tecelli ettirilmesi için verilen mücadele söylenecek sözlerle kuvvet kazanmalıdır. Başkalarının yaşam alanlarına müdahale etmeden, kendi yaşam alanınızı korumak kendi düşüncelerinizin hakkını savunmak da sağlam bireyler ortaya çıkaracaktır. Bir davaya adanmak kendisinden başka birilerinin yararına olacaksa bu erdemli bir davranıştır, adanmak en üst seviyede olduğu zaman kahramanlar ortaya çıkar, öyle sıradan bir davranış değildir. Cephede savaşan askerin adanmışlık duygusu olmasa hiçbir güç onu orada tutamaz, adanmışlığı kişisel iman olarak adlandırıyorum.

‘Kızıl Martı, Ateş Çocuk’ romanınızda aynı mücadelenin bir başka kahramanı diyebilir miyiz?

-Kızıl Martı romanı bu adanmışlık düşüncesine verilecek en iyi örnektir. Bir davaya inanmak ve hele de onun kendisinden başka insanların yararına olacağına inanması, bir şeye iman etmesi demektir. Bu inanç olmasa ne ölüm göze alına bilinir ne işkenceler, geleceği ipotek altına vermek bile bu inanca bağlıdır. Aç susuz kalmayı, sıcak yatakta yatmayı bırakmayı, kışta donmayı bir başkalarının rahatı için göze alabiliyorsa, savunduğu fikir ne olursa olsun, kıymetlidir ve takdir edilmelidir. Bu gibi yaşamlar toplumu motive edecek kaliteli örneklerdir. Topluma örnek olacak, erdemli, dik duruşlu, vakarlı insanların hayatı yazılmazsa veya gösterilmezse, başıboş, vurdumduymaz bir insan kitlesi ortaya çıkar ki, bu insanlara hiçbir değer yargısını kabul ettiremezsin. Toplumun çöküşü demektir.  Kızıl Martılar gökyüzünde özgürce uçunca, o özgürlükleri kazanmak için bir mücadelenin içinden çıkınca, hayat gerçek anlamını kazanır. İşte o zaman, en iyisi, en güzeli için mücadele etmek için bireyler yarış halinde olur, bu da toplumun yaşam kalitesini artırır. Toplumun eğitilmesi böyle gerçekleşir.

Kızıl martı neyi simgeliyor tam olarak sizin muhayyilenizde?

– Kızıl Martı ismi, roman kahramanın sığındığı bir imgedir. Özgürlüğü elinden alındığında, işkence acısının doruk noktasına ulaştığında, kendisini alıp götüren bir martı hayal eder, dolayısı ile onunla özgürlüğe kanatlarını çırpar. Roman kahramanına neden martı diye sorulacak olursa; denizden başka bir yerde yaşayamaması, başka bir hayat bilmemesi, ak ve temiz olduğu ve kendinin de onun gibi ak ve pak olduğunu simgelediğini söyler. Kısaca onu özgür bir kuş olarak algılar. Bilinçaltında günahsız ve suçsuz olduğunu, memleketinden başka bir şey düşünmediğini simgeler, dolayısı ile yazar olarak ben de Martı’yı denize sadık bir canlı, edindiği davaya sadık olarak imgeledim.

Bu kadarla sınırlı değil, sanki…

-Değil, evet. Martı; bir yazar olarak beni de temsil etti; bir yaşam felsefesi oluşturmuştu, bir ideali vardı ve başka bir yaşam bilmeyecek kadar sadıktı, yazar, roman kahramanı, Martı bir üçleme olarak hayata bakış açımızı okuyucuya birlikte aktardık.  

Ateş çocuğu ateşten geçtiği için mi böyle isimlendiriyorsunuz yoksa kendisinin ateş olmasından mı?

– Sıradan öylesine bir kişilik kahramanlık sergileyemez. Bir çocuğu bir tehlikeden korumak kurtarmakta bir kahramanlıktır ama bir toplum için ışık olmak, aydınlatmak onun için fedakârlıklarda bulunmak daha farklı karakterde insanlar için geçerlidir. Roman kahramanı ateş çocuk, cevherinde ateş olmaya yatkın olduğu için ateştir. Öylesine sıradan bir kimlik bir şahsiyet değildir. Olayların pişirdikleri çaresizlikten ateş olurken, zaten ateş olmaya aday birinin daha etkili olacağı, yaptığı işlerin daha çok başarıya ulaştıracağı kuşkusuzdur. Birini bir an korkutmak anlık zaferdir ama bunu sürdürebilmek ateş kadar yakıcı olunmadığı zaman esen ilk rüzgâr söndürür ve küle dönüştürür. Roman kahramanı, bıçkın gözünü budaktan esirgemeyen, birçok olumsuzluklara kafa tutan, bunun mücadelesinde olan bir genç olarak görülür. Dolayısı ile zaten ateş olan başka ateşlerden kolay kolay korkmaz. Ateşten geçtiği için ateş çocuk değil, zaten ateş çocuk olduğu için ateştir.

Bir davaya inanma ve bunu yaşama arasındaki kopuklukları giderme konusunda kitabınızdan nasıl bir etki bekliyorsunuz?

-Bu düşünceye duygu idealizmi denilmektedir. Kişi önce karakteri doğrultusunda bir şeye inanır, onu gerçekleştirmek için arayış içine girer, çoğu zaman da bu bir başka arkadaş veya fikirde anlaştığı bir kitledir. Duygular yeterli düzeyde paylaşıldıktan sonra, sorgular başlar, tezler savunulur, anti tezler ortaya atılır. Hiçbir fikir, hiçbir düşünce salt doğru anlatılamaz ve uygulanamaz. Taban olarak kabul görülmeyen kitlesel hareketler ise kısır bir döngüye girer. Buna kültür devrimi yapılamamış, yarım kalmış fikir hareketi denir. Kişi burada kendi adanmışlık veya yaşantısıyla savundukları arasında mesafelerin girdiğini fark ettiğinde, bir çelişkiye düşer. Bunu toparlamak için romanda ve gerçek hayatta da kişi idealinin toplum idealinin karşısında bir adım geri atması gerektiği vurgulanır. Üst akıl veya bütünün aklı bireyin aklının önüne geçer ve işte burada toparlanma oluşur. Toplum ve kişinin yaşamı iç içedir, birbirinden ayrılamaz. Ancak romanı yazılacak efsane olan şahsiyetler bu kuralın dışında tutulur. İşte benim roman kahramanımın gerçek hayattaki başarısı da bu inanmışlığından ödün vermediğinden dolayı olmuştur.  

Mücadele azmini bileyen ateş çocuklar için bir yanıyla yetimler, anlaşılmayanlar veya kenara itilenler denilebilir mi?

-Bu doğru tespittir, tarihsel vakalara baktığımızda bunun doğru bir bakış açısı olduğunu görürüz. Anlaşılamamak ve toplumda kenara itilmişlik duygusu hem münferit hem toplumsal olayları tetikler. Viktor Hugo’nun Sefilleri tam da bu noktada doğru bir örnek olur. Anlaşılamayan, yetim duygulara sahip, hakkı yenenlerin mücadelesini anlatır, bu duygular öyle yoğun yaşanır bir kitleye dönüşür ki, sonunda bir devrime kadar yol açar. Anlaşılmak insanın doğasında vardır, hakkının yenmediğini bilmek insanı mücadeleden azmini kırar. Kenara itilmişlik duygu ise mücadele azimlerini bileyler ve bir mücadele başlatır. Her şey yolundayken ortalığın karıştığı pek görülmez, anarşizmin ortaya çıkması ve tetikleyen unsur, kenara itilmişlik ve hak ihlalleridir, bizi de görün, biz de varız veya kendini kabul ettirme savaşıdır. Daha da ileri gidildiğinde sınıfsal çatışmalara yol açar.

Son yüzyılın kuşakları arasında mücadele tutkusu açısından bir ivmelenme mi var size göre yoksa aşınmam mı?

– Bana göre toplum idealizmi bitmiştir, yerine kişinin kendi konfor alanının, kendi düşünce ve fikrinin ideali başlamıştır. Aslına bakıldığında bu düşünce tarzı toplumun refah düzeyini olumlu bir biçimde etkilendiği sanılırken, tam tersi, sessiz bir kargaşalık, huzursuzluk, doyumsuzluk baş gösterir ve başka düşüncelere yönelmeler başlamaktadır. Dünyada milliyetçiliğin yükselmesi kişinin kendi konfor alanından çıkıp, daha insani toplumun bir ferdi olduğunu hissettirecek duygulara yönelmesi ve kendini toplum içinde böyle ifade edeceğini inanması sonucudur.  Yaşadığımız yüzyılda mücadele yerine bir aşınma söz konusudur. Bu da toplumu bekleyen bir tehlikedir aslında. İnsanın doğasında toplu yaşam vardır, insan sosyal bir varlıktır. Bireysel konforlu yaşam birçok psikolojik sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Romanlarınızda sosyolojik zemin tahlillerinin öne çıkması özel bir tercih mi?

– Romanlarımda sosyolojik zemin sağlama çabam pek olmuyor ama yaşadıklarım, hayatın gerçekleri kendimin bile farkında olmadığı, iç dünyamdan taşan duygularım bir yer buluyor ve oradan okuyucusuna sesleniyor. Ruh çözümlemelerini seviyorum, insanı tanımak tanıtmak kendimi tanımaktan geçiyor, bu bağlam da sosyolojik tahlilleri yaparken onları bir araya getiren olgular insan psikolojisinden geçtiği için mekânlar, şahıslar bende ve romanlarımda iç içe geçiyor. Mekân, iç dünyam ve bunların tahlilleri, el ele verip romanımı örüyorlar. Romanlarım da isim vermeyi sevmiyorum, yer ve mekân isimlerini kullanmaktan kaçınıyorum, kahramanlarımın bile isimleri olmuyor çoğu zaman, okuyucu hayal kursun, kendini veya tanıdıklarını oraya koyup öyle okusun istiyorum.  

Yaralarına aldırmayanlar aldıracakları daha önemli hususları yüklendiklerinden mi böyle davranıyorlar?

– Evet, kesinle öyle. Kişisel konfor alanından çıkan, toplumun rahatını, huzurunu, insani hak ve özgürlükler kapsamında dert edinenler kendilerinin acılarına aldırış etmeden bir başkaları için tesettürsüz ortaya atılırlar. Bunun adına fütürizm denir, kendi gelecek kaygısından çok, başkalarının rahatını düşünen, gelecekleri için savaşan, hayatlarını düzene koymak için çabalayan, öngörüleri, fikirleri olan kişilere de Fütürist kişilik denir. Romanın başkahramanı bu tanıma uymaktadır. Geleceği bir başkaları adına düzenleme, onların geleceğini düşünen bunun mücadelesini veren kişidir. Böyle kişilerin varlığı toplumun refah düzeyini artırır ve insani davranışlar konusunda da erdemli bireylerden erdemli toplumlar ortaya çıkar. Dileğimiz odur ki, bu düşüncede olan insanların toplum içinde çokça yer almasıdır.

Yenilmeyenlerin varla yok arası hayatlarını ortaya çıkarmakta romancılar sizce yeterince sorumluluk alıyor mu?

 -Bunu şöyle cevaplamak istiyorum. Türk romancılığı kendi kimliğini, kendi sesini henüz bulamamıştır. Ya taklit ya da işin kolayına kaçan gelenekselci bir bakış açısıyla romanlar yazılmaktadır. Basit olay örgüleri popülerlik getirdiği ve okuma alışkanlığı gelişmemişler için kolay anlaşıldığından bu kısır döngü sürüp gitmektedir. Roman da derinlere götürüp felsefe okutmak zordur. Öncül olacak insanları peşine düşürüp sürükleyecek, yazım dili ve kullandığı Türkçe arı duru anlaşılır olmadığı müddetçe yazarlar hiçbir şey ortaya çıkaramazlar. Konuştuğu dili iyi bilmezi lazımdır. Toplumu birbirine kenetleyecek ortak değerlerinin bulunup çıkarılması, olumlu örneklendirme olacak şahsiyetler ise hiçbir tarafgirlik gözetilmeden objektif olarak ele alınmalı, bu bir yazar sorumluluğudur. İdeolojiye sapmadan taraf tutmadan, olayları saptırmadan hiçbir fikir sosuna bulamadan toplum değerleri anlatılmalıdır. Bu tür romanlar, kimlik bunalımı yaşayanlar, biz kimiz düşüncesini aşamayanlar için tutunacakları sağlam bir dal olur. Yazarlarımız bu anlamda bana kızacaklar ama tembeldirler, gezmek bulmak ulaşmak söyleyecek sözü olanları bulmak, örnek hayatları keşfetmek, kopyala yapıştır birbirinin aynısı romanlarla olmaz. Kitap okunmuyor serzenişine acaba yazarların ivmesizliğini, kalitesizliğini, vizyonsuzluklarını eklersek bir çözüme ulaşır mıyız, bence ulaşırız, yazarlar olarak biraz kendimizi yargılamamız şart diye düşünüyorum.

Vurulamayacak kadar yok olmakla sırtında hançer yarasından geçilmeme nasıl bir gerçekliği fısıldıyor…

– Romanda bu felsefeyi savunmak benim en sevdiğim bölümdü. Yanmak pişmek yok olmak, bir derdin tarafgiri olmak orada yok olmak hem tasavvufi hem derin bir felsefe içermektedir. Önce onda yok olacak kadar bir konuyu içselleştirip onu dava edinmek, kendinden önce başkalarını için yanmak, sonrasında da öncü olanların kaderinde olan ihanetlerle tekrar sessizce değişmek, bir başka şeye dönüşmek. Onu bile dile getirememek, büyük bir erdemliliği ortaya seriyor. Elbette herkes bunu yapamaz ama bunu yapabilenler bir toplumu kurtarıp sessizce köşesine çekilip, olması gerekeni olması gibi yaptım, bundan gayrısının lafı bile olmazların ulaştığı en son mertebedir ki, bu konu ne açıklanabilir ne de tevil edilebilinir. Derin bir konu, derin felsefe böyle insanları örneklendirirken ona bile razı olmazlar da sessizce bir köşede gözleri dolu dolu dururlar. Öyle insanlara selam olsun…

Yenilmeyenlerin meydan okuması hangi açılardan hazindir?

– Hangi konuda olursa olsun yenilmeyenleri yenmek asla söz konusu olmaz ve onlar yenilmezler. Yenilmedikleri için hikayeleri vardır, hayatta bir tek onların hikayesi yazılır. 300 Spartalı’nın komutanı Leonidas meydan okumasıyla ünlendi, ölüme bile yenilmedi, aradan yüzlerce yıl geçtiği halde onun ismi hatırlanmaktadır. Yenilmeyenleri yenemezsiniz…

Kayseri’den Ankara’ya taşınmanız edebi çalışmalar ve üslubunuza ne şekilde yansıdı?

– Kayseri benim her alanda doğup büyüdüğüm yerdir. Orada yeşerdim, fidandım kırılgandım ve belenecek membaı bulmakta zorlanıyordum. Nefes alamadığım çok zaman olmuştur, göğüs kafesim nefesime dar gelmeye başlayınca hicret etmek zamanı geldi diye düşündüm ve kendimi kavanozdaki balık gibi hissettiğim anda artık denizlere atılmam gerektiğine karar verdim. Tohum olarak atıldığım yer baba ocağım çok kıymetli, orada başarı merdivenlerini tırmandım. Edebiyatta en büyük ödülleri orada aldım. Büyük Anadolu Birliği uluslararası konfederasyonu tarafından yılın kırk altın enleri arasında, yılın en iyi kadın yazar ödülünü Kayseri’de yaşarken aldım. Yine ‘Köle Taciri’ romanıyla yılın en iyi romanı ödülünü de orada aldım, yani ben orada büyüdüm, meyvelerimi vermek ise Başkent Ankara’ya nasip oldu. Ankara’da daha verimli bir alan yakaladım, mümbit bir toprak gibi beni besliyor. Şimdilik limanı sakin, denizi mavi bir şehir gibi inandığım Ankara’nın edebiyat denizinde ileriye doğru kulaçlar atıyorum. Okyanusa ne zaman açılır yolum bilemem.

Bir şey söylemeden geçemeyeceğim, bir edebiyat yolcusu olarak eğer emek vermiyorsan yorulmuyorsan toprak ne kadar verimli olursa olsun hiçbir şey yetişmez. Çok çalışmak başarının anahtarıdır. Yetenek yalnız başına hiçbir şey ifade etmez, yetenek bilgilerle desteklemeli, çok çalışarak onu yukarılara taşımalıdır. Hiçbir kapı kendiliğinden açılmaz, kimse de senin için bir kapı açmaz…

Son olarak ‘Kızıl Martı Ateş Çocuk’ kitabınızın muhataplarınızda veya edebiyat mahfillerinde yeterince yankılandığını söyleyebilir misiniz?

-Kızıl Martı bir biyografi romanıdır. İdam sehpasından inmiş, bütün davalardan beraat etmiş, sonra hem sanat hem çalışma hayatında başarılı olmuş bir şahsiyetin romanıdır. Onu tanıyanların efsane olarak niteledikleri hayatı yaşamıştır. Onu, hayatını edebi dünyada görünür yapmak iyi bir örneklendirme olacağı için beni heyecanlandırdı. Yeni nesil geçmişe hangi aynayla bakacağını bilmiyor. Dik duruşlu kaliteli asil yaşamlar hala yaşamaktadır diyen, bunu hatırlatmak için yazılan bir romandır. Elbette romanın duyulması, tanıtılması okunması ve edebi çevrelerce eleştirilmesi değerlendirilmesi çok önemlidir. Doğru yerlerde yüksek sesle bahsedilmesi tanınırlığını artıracaktır. Roman belli bir çevrede heyecanla karşılanmış, edebi anlatım konusunda da beğeni almıştır. Edebi çevrelerce olumlu tepkiler almaya devam etmektedir.  

22.10.2025

https://www.istiklal.com.tr/roportajlar/yazar-bir-at-sinegi-gibi-kondugu-yeri-titretmelidir-1069493h

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir