UĞUR CANBOLAT
“YUMURTAYI sert kırmayın” şeklinde bir cümleyi duymamıştım. İşittiğimde ilginç gelmiş ama işin kırma tarafına değil de yumurta bölümüne yönelmişti zihnim.
Burada bahsedilen yumurta bildiğimiz yumurta mıydı? Ya da sadece onunla mı sınırlıydı? Veya yumurta bir örnek olarak sunulup buradan başka çıkarımlara mı yönlendiriliyorduk?
Tüm bunlar fırtına gibi başımın üstünde dönerken elime tutuşturduğu yumurtaları işaret ederek “Önce yıka nazarım” demişti.
Yıkadım. O günden sonra bunu âdet edindim hatta.
…
YUMURTANIN bir simge olduğunu yanında kaldığım iki gecede öğrendim. Sanırım dikkatimizi çekmek içindi. Ancak tavırlarıyla sertliğe çıkabilecek her meylimize dur diyor, şiddete dönüşebilecek her düşüncemize sözleriyle set çekmeye çalışıyordu.
Yaşı doksana dayanan bu mübarek kişinin bize anlatabileceği onca mevzu, onca pişmanlık, hayal kırıklığı, sonu gelmeyen alevli coşkular ve daha nicesi varken gelip meseleyi sadece şiddet eğilimine bağlaması da düşündürücüydü benim açımdan.
Oturtup karşına nasihat edebilirdi. Dinlerdik. İlmini konuşturup bizi ezebilirdi. Ses çıkarmazdık. Görgülerini aktararak üzerimizde görünmez bir baskı kurabilirdi. İtiraz etmezdik. Deneyimlerini aktarıp kendisine hayran bırakmayı başarabilirdi. Ki, bunu canı gönülden isteyerek yapardık.
Hiçbirini tercih etmedi. Tenezzül etmedi buna. Onun meselesi yumurta üzerinden büyük tehlike olarak gördüğü sadizme hatırı sayılır bir tokat vurmaktan ibaretti.
…
AYAĞIMIZI biraz sert yere vursak elini kulağının üstüne koyup sesin şiddetinden ruhunda meydana gelen sarsıntıyı tiyatral bir şekilde anlatmaya çalışıyordu.
Sesimizi yükseltsek sağ baş ve işaret parmağıyla bir radyonun ses düğmesini sola çevirme işareti yaparak bizim duyabileceğimiz bir tonda “Volüm, volüm” diyordu.
Kalemle yazı yazarken ucunun bile bastırılmamasını, hafifçe dokundurtmak lazım geldiğini salık veriyordu. Seyrettiği bir filmde oyuncunun büyük şehrin korkutucu acımasızlığı karşısında hiddetlenip hışımla kasketini nasıl yere çaldığını uzun uzadıya anlatmış ve enfes yorumlarda bulunmuştu.
Bu bile onda onarılması güç bir yara oluşturuyordu. Biraz deşsem ürkütücü nice travmalarla yüz yüze gelebilecektim ancak o iki geceyi dinlemeye ve gözlem yapmaya ayırmak daha akıllıca gelmişti.
…
YAKININDA olanların hepsi sert insanlarmış. Daima haşin davranmayı seçerlermiş. Alttan aldıkları hiç görülmezmiş. Dozu düşürmeyi zayıflık olarak algıladıklarından sürekli yükseltmeyi tercih ediyorlarmış. Ses tonlarındaki gürleme bile az sonra kıyametin kopacağının habercisiymiş. Önlerindeki masaya dikkat çekmek için sert vururlarmış. Duvarları yumruklamayı ve masaları tekmelemeyi âdet hâline getirmişler. Şiddet içeren tutumları sebebiyle istedikleri sonuçları aldıklarından bunu kazanç hanesine yazıyorlarmış. Dolayısıyla tersi bir davranışı akıllarının ucundan dahi geçirmiyorlarmış.
…
BÜYÜDÜĞÜ şiddet ortamının etkisinden kurtulması hiç kolay olmamış.
Konuya dair yazılmış ne kadar materyal varsa hepsini okumuş. Meseleye hâkim olursa bir çıkış yolu bulabileceğine inanmış. Ama zamanla gördüğü bu yöndeki hareketlere aşırı yorumlar getirmeye, kişilere uzaktan bir hekimmiş gibi teşhisler koymaya koyulmuş. O kadar ki, arkadaşlarıyla oturduğu açık alanlarda gelip geçenlere bakıyor ve istemsiz olarak dilinden onlarla ilgili yargısı dökülüyormuş.
Birine “Dayatmacı sadist” derken bir başkasına “Agresif sadist” diyormuş. Yakınlarından geçen iri yarı biri için “Despot sadist” dediği duyulunca geri dönmüş ve “Bana mı dediniz?” diyerek gözlerini irileştirip kafa atmaya hazırlanırken tabanları yağlamışlar.
…
UZAKTAN tanı koyma hastalığından kolayca kurtulamamış. Epeyce de hırpalanmış. Birine “İradesiz sadist” dediğinde ben sana öyle olup olmadığımı göstereyim diyerek kendisine daldığını yanındakiler anlatınca keyiflenip makaraları salmıştık o gece. Ama iş ciddiydi. Başı fevriliğinden ötürü hiç beladan kurtulmamış. Kısa da olsa bir süre mahpus damını boylamış.
…
PEKİ, bu adam anlatılan o adam mıydı?
Şu an karşımızda oturan aklanıp paklanmış. Dingin. Saçını ve sakalını beyaza boyatmışçasına tek siyah tel bulunmayan bu ihtiyara ne olmuştu da böylesine değişip dönüşmüştü?
Mahalleden sevdiği çocukluk arkadaşı bir akşam ısrarla “Seni bir yere götüreceğim” diyerek yapışmış ve bırakmamış. Çar naçar gitmiş.
Yaşı ilerlemiş, hızlı konuşan, başında elle örülmüş olduğu anlaşılan eski bir yün takke bulunan kişiyi herkes dikkatle dinliyormuş. Gençler çoğunluktaymış. Benim gibi köylü olan bu şahıs ne anlatabilir ki gibi küçümseyici duygular geçmiş içinden ama bu kadar eli yüzü düzgün, tahsilli oldukları da bariz olan gençler öyle herkesi dinlemezler diye düşünmüş. Hele de bu kadar hürmetle asla… Bütün bunlar dikkatini daha da odaklamasına sebep olmuş.
Sonradan adının Bayram Yüksel olduğunu öğrendiği kişi; “Üstad hazretleri yumurtayı sert kırdırmıyordu. Boş ampulleri dahi kırdırmıyordu. Eliniz sertliğe alışır” diyordu cümlelerini duymuş.
Başkalarının ne anladığını bilmiyoruz ama bizim ihtiyar yumurtanın sert kırılmaması kısmına takılıp kalmış. O gün bugündür her mevzuyu bu misal üzerinden dile getiriyormuş.
Kötü davranışların alışkanlık kazanması, tiryakiliğe dönüşmesi, buradan haz alan nefsin bunu zamanla konfor alanına çekmesi ve yanı sıra ikincil kazançlar elde etmesi gibi pek çok sebep var altında.
Hayatımızdaki her türlü şiddet eğilimini dikkatle tespit edip önlem almazsak eğer bizim de hikâyemiz muhtemelen bu şekilde son pişmanlık olarak anlatılacak.
Ya Selam!
17.12.2025


