Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir husus bu. Filmlerle nasıl bir değişim ve dönüşüme tabi tutuluyoruz sorusu cevaplanmadan geçilemez. Ve istenen kıvama toplumların getirebilmesi için uygulanan ne gibi gizli taktikleri var bizlerin bilmediği?
İnsan psikolojini sosyolojiyi değiştirmek için ne yönde etkiliyorlar? Dizilerde rol yazılan aile karakterleri ne ölçüde bildiğimiz ve değerli bulduğumuz aile figürleriyle uyumlu?
Aşiret anlatılarıyla varılmak istenen sonuç nedir?
Bunları ve benzer başka sorularımızı Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebulfez Süleymanlı Hocaya sorduk.
Dikkatle okumanızı öneririm.
UĞUR CANBOLAT
————————-
Hocam, Türk dizilerinde son yıllarda belirgin bir yön değişimi görüyoruz. Önceleri İstanbul yalılarında geçen modern hayat hikâyeleri hâkimken, artık Anadolu’da aşiret yapıları ve feodal ilişkiler öne çıkıyor. Siz bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Bu değişim, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel belleğinde yaşanan dönüşümle yakından bağlantılı. Bir dönem “yalı dizileri” diye tabir ettiğimiz yapımlar, kentli üst sınıfın yaşamını temsil ederken, son yıllarda kamera artık Anadolu’nun taşra bölgelerine, aşiret düzenine ve töre ilişkilerine çevrildi.
Bu sadece dekor değişimi değil; modernleşme ile geleneksel değerlerin çatışmasının farklı bir biçimde sahnelenmesidir. Ancak bu anlatılar çoğu zaman “töre”, “namus”, “sadakat” gibi kavramları romantik değil, şiddet ve güç ilişkileri üzerinden kurguluyor. Bu da toplumun geçmişine dair gerçek bir analiz değil, dramatik bir yeniden yazım anlamına geliyor.
Bu dizilerde aile nasıl temsil ediliyor sizce?
-Aile kavramı artık genellikle dramatik çatışmalar, toksik ilişkiler, ihanet, ensest ve şiddet ekseninde ele alınıyor. Oysa aile, Türk kültüründe güven, dayanışma ve sevginin sembolüdür. Fakat dizilerde sürekli krizler, hesaplaşmalar ve manipülasyonlar öne çıkıyor.
Bu anlatı biçimi, özellikle genç kuşaklarda “aile”yi güvenli bir alan olarak değil, çatışmanın norm haline geldiği bir yapı olarak algılamalarına neden oluyor. Uzlaşma, empati ve sevgi geri planda kalınca, toplumda duygusal bağlar zayıflıyor.
Aşiret temalı yapımlar bu açıdan nasıl bir rol oynuyor?
-Aşiret dizileri, Türkiye’nin gelenekle modernlik arasındaki gerilimini görünür kılıyor. Ancak bu yapımlarda erkek egemenliği, hiyerarşik düzen ve şiddet çoğu zaman dramatik öğe olarak meşrulaştırılıyor.
Böylece seyirciye “kültürel miras” değil, itaat ve tahakkümün estetize edildiği bir toplumsal model sunuluyor.
Televizyon, bugün sadece bir eğlence aracı değil; toplumsal değerlerin yeniden üretildiği bir platformdur. Bu yüzden diziler, toplumun hangi değerleri ödüllendirdiğini ya da bastırdığını doğrudan yansıtır.
Bu yapımların Türkiye’nin dış imajına etkileri de sıkça konuşuluyor. Sizce bu kaygı yerinde mi?
-Evet, kesinlikle. Türk dizileri bugün Balkanlardan Latin Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada izleniyor. Ancak bu popülerlik bazen yanlış temsillerin uluslararası düzeyde yayılmasına yol açıyor.
Türk insanı, dizilerde sürekli entrikalar içinde yaşayan, güven duygusundan uzak bir topluluk olarak gösteriliyor. Bu da Türkiye’nin kültürel imajına zarar veriyor.
Bazı ülkelerde Türk dizilerinin aile yapısına zarar verdiği gerekçesiyle yasaklanması bile gündeme geldi. Kısa vadede döviz girdisi sağlayan bu yapımlar, uzun vadede ülkenin kültürel itibarı açısından olumsuz etkiler yaratabiliyor.
Rusya’da Türk dizilerinin evlilikleri zayıflattığı yönünde eleştiriler olmuştu. Bu örnek de bu bağlama mı giriyor?
-Evet. Rus psikolog Andrey Zberovskiy, Türk dizilerinde erkek karakterlerin aşırı idealize edilmesinin, Rus kadın izleyicilerde gerçekçi olmayan beklentiler yarattığını vurguluyor.
Kadınlar kendi eşlerini dizilerdeki “mükemmel erkeklerle” kıyaslıyor ve bu da ilişkilerde tatminsizlik yaratıyor. Bu örnek, kültürel ihracatın sadece ekonomik değil, psikolojik ve sosyolojik sonuçları da olduğunu gösteriyor.
Dizilerde kardeş ülkelere ait unsurların mizah unsuru olarak kullanılması da zaman zaman tepki çekiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Doğru. Bazı yapımlarda Azerbaycan Türkçesi ya da kardeş ülkelerin müzikleri alaycı veya karikatürize bir biçimde kullanılıyor. Bu tür yaklaşımlar, kültürel yakınlaşmayı değil, kırılmayı derinleştiriyor.
Dizilerin yumuşak güç işlevini zayıflatarak, Türkiye’nin en yakın coğrafyalarda bile yanlış anlaşılmasına neden olabiliyor.
Genç izleyiciler açısından bu dizilerin etkisi nedir?
-Gençler, özellikle ergenlik döneminde dizilerdeki karakterleri rol model olarak alıyor.
Şiddet, manipülasyon veya yasak aşk gibi davranışlar çekici biçimde sunulduğunda, bu tutumlar normalleşiyor.
Sonuçta, gençler gerçek ilişkilerinde sabır, sadakat ve güven gibi değerleri önemsiz görmeye başlıyor.
Araştırmalar, gençlerin daha çok olumsuz karakterlerden etkilendiğini gösteriyor. Bu da aile içi iletişimde ve toplumsal değer aktarımında ciddi bir zafiyet oluşturuyor.
Ancak bazı diziler daha pozitif temalar işliyor. Bunlar bu tabloyu dengeleyebilir mi?
-Evet, “Gönül Dağı” gibi yapımlar bunun güzel bir örneği.
Sevgi, fedakârlık, dayanışma gibi değerleri işleyerek hem yerli hem yabancı izleyicide karşılık buluyor. Bu, izleyicinin hâlâ değer merkezli hikâyelere özlem duyduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla, reyting almak için aileyi yıkıcı biçimde anlatmak zorunda değiliz. İzleyici, samimi duyguyu fark ediyor ve benimsiyor.
Bir de son dönemde ciddi bir “dizi enflasyonu” yaşanıyor. Her hafta yeni diziler başlıyor ama birçoğu birkaç bölüm sonra yayından kalkıyor. Bu durumu nasıl açıklarsınız?
-Evet, bu da çok önemli bir sosyolojik olgu. Türkiye’de dizi sektörü adeta bir üretim patlaması yaşıyor. Her sezon onlarca dizi başlıyor; ancak çoğu birkaç hafta içinde reyting alamadığı için erken final yapıyor.
Bu durum, yalnızca ekonomik değil, kültürel bir tüketim döngüsüne işaret ediyor.
İzleyici hızlı tüketime alıştıkça hikâye derinliği ve karakter gelişimi arka plana itiliyor. Diziler kısa sürede “tüketilen ürünlere” dönüşüyor.
Bu, toplumun genelinde de sabırsızlık, hızlı tüketim ve yüzeysellik kültürünü besliyor.
Bir anlamda “dizi enflasyonu”, hem üreticiyi hem izleyiciyi doyumsuz hale getiriyor. Bu da sanatsal kaliteyi düşürüyor ve “kısa ömürlü popülerlik” kültürünü kalıcılaştırıyor.
Bu tablo karşısında çözüm öneriniz nedir hocam?
-Diziler yalnızca piyasa ürünü olarak görülmemeli. Toplumsal sorumluluk bilinciyle üretilen yapımlar, Türkiye’nin hem kültürel kimliğini hem de aile yapısını güçlendirir.
Senaryo aşamasında sosyologlar, psikologlar ve iletişim uzmanları mutlaka sürece dâhil edilmeli.
Ayrıca, medya kurumları da izleyici davranışlarını sadece reyting rakamlarıyla değil, toplumsal etkiler açısından analiz etmelidir.
Eğer biz dizileri birer “kültürel ürün” olarak ciddiyetle ele alırsak hem aile kurumunu koruruz hem de Türkiye’nin uluslararası kültürel imajını daha güçlü hale getiririz.
12.11.2025