UĞUR CANBOLAT
ÇOCUKLUĞUM köy odasında geçti.
Yazın sıkı çalışılırdı. Tarla, harman ve bostan işleri kotarıldıktan sonra tohumluk ayrılır, hayvanlar için düşünülen miktar kenara çekilir ve yıllık un miktarı da hesap edildikten sonra varsa kalan satılırdı. Sert hüküm süren uzun kış aylarına gelindiğinde bir nevi yetişkinler için örgün sözel eğitimi başlardı.
Yatsı namazından sonra gürül gürül yanan sobayla ısınmış köy odasında yazılı olmayan yaş ve sosyal kıdem durumuna göre herkes yerini alırdı. Sıra bilgilenmeye geldiğinden sair vakitlerde ele alınıp üzerinde sörf yapılan mevzular bir müddet kenara bırakılırdı.
Çelebi dedem, köyün imamı Mahmut Hoca veya annemin babası Abdurrezzak dedem eskimez yazıdan takip ettikleri kitap eğer dini ve tasavvufi bir muhtevaya sahipse büyük bir ciddiyetle okunmaya başlanırdı. Diğerleri ise sesli okunmaya elverişli ve heyecan uyandıran kitaplar olurdu genellikle. Okuyan kişi kendine mahsus bir eda ile hafif melodik bir tavırla yapardı bunu. Seslendirme içeriğe göre ayarlanır heyecanlı yerlerde tonlama güçlendirilir, keder içeren bahislerde ise yine buna göre makul bir tavır belirlenirdi. Hâzirun içerisinde müziğe yatkın birisi varsa şiirler kaside şeklinde terennüm edilirdi.
…
ŞİFAHİ yani sözel kültürün ürünleri olan bu eserlerle insanlar kulaklarından beslenir âdeta toprağı veya bir ağacın dibini sular gibi sulanırdı. Bu sebeple okuma yazması olmayanlar bile Dede Korkut hikâyelerini, Köroğlu Destanını, Tahir ile Zühre’nin hikâyelerini, Keloğlan ve Hoca Nasrettin’in gülmecelerini dinler ve içselleştirirdi. Bu kitaplarda bilgi sunmak elbette önemliydi ancak ana teması nasihat içermesiydi. Dolayısıyla bölüm sonlarında genellikle ders niteliğinde bir beyit bulunurdu ve çoğu kişi tarafından bunlar ezberlenirdi. Günlük konuşmalara ve yaşama yansıması da bu şekilde kolaylıkla gerçekleşirdi.
Ahlaki eğitimin bir parçası olarak kabul edebileceğimiz ama aynı zamanda genel kültürü ve İslam tarihini de içine alan kitaplar her sene devredilerek bir nevi hatim yapar gibi okunurdu. Bu kitaplar arasında vazgeçilmez olanlar Hazreti Ali’nin Cenkleri, Battal Gazi, Ebu Müslim ile Muhammediyye, Envarü’l Âşikin, Ahmediyye, Müzekki’n Nüfûs, Delailü’l-Hayrat idi. Gecenin ilerleyen saatlerinde insanlar hüşyar bir kalple kalkar hanelerine huzur içinde dönerlerdi.
…
BİLGİLERİ belki azdı ama cahil değillerdi.
Hayatı ciddiye alıyorlardı. Toprağı tanıyorlardı. Ağaçlarla dostlardı. Bağı ve bahçeyi severlerdi. Yağmurun gelişini okurlardı. Rüzgârın esiş biçimi ve şiddetine anlam verir tedbir alırlardı. Suyu önemseyip israf etmezlerdi. Hatır yapar gönül alırlardı. Evlatları olmadığından işini yetiştiremeyip tarlada kalmış olan kişilere herkes tırpanını alarak yardıma koşar mağdur olmasına mâni olurlardı.
Şükretmeyi bilirlerdi. Ki, bu hayatın temel nirengi noktasıydı. Şeytanın yüce kitabımızda geçen mükalemede söylediği “Onları şükreder bulmayacaksın” hükmüne girmezlerdi.
Nimet nedir bilirler, bölüşmeyi esas alırlardı. Her akşam sofrasında hem fazla bir tabak hazır ederler hem de komşular içerisinde kimsesiz yaşlı dedelere ve dul ninelere muhakkak kendileri sofraya oturmadan evvel payları çocuklardan biriyle göze sokmadan gizlice ulaştırırlardı.
Biri hasta olduğunda mutlaka ziyaret ederler şifa niyetine zulada saklanmış baldan götürürlerdi. Gurbetten dönenler olduysa yine muhakkak ziyarete varırlar ve göz aydınlığı dilerlerdi. Topluca asker uğurlamasından evvel komşular o senenin asker adaylarını kesinlikle ısrarla davet edip onlara zengin sofralar kurarlardı.
Vefat edenler olduğunda mezar kazma işini hemen iki üç yiğit kimsenin bir şey demesine hacet kalmadan üstlenirdi. Annelerimiz ise oraya bir hafta yemek çıkarma işini itinayla yapardı.
Köyün imamına, öğretmenine ve ilim tahsili için gurbete gidenlere çokça ihtimam gösterilirdi. Onlar konuşurken asla sözleri kesilmezdi.
Kitabi bilgileri kâfi derecede olmasa da asla cahil değillerdi. Halden anlamaları bunun en net tezahürü idi.
…
ARAMA motorlarından yoksundular. Fazla kitapları yoktu. Ağızları kalabalık değildi. Top gibi laf çevirmeyi bilmezlerdi. Bildiklerini ise üstünlük aracı olarak görmezler ve tahakküm için kullanmazlardı. İçinden çıkılamayan çetrefilli bir mesele zuhur ederse eğer daha fazla bilen birine yüksünmeden yönlendirirlerdi. “Ehl-i zikre” yani konunun uzmanına sorun hükmüne uyarlardı.
…
CEHALETİN bilgi eksikliği değil hal yoksunluğu olduğunun idrakindeydiler.
Ansiklopedi hafızı değildiler. Hayatın ve hakikatin muhafızıydılar. Lügat parçalamazlardı. Az ve öz konuşurlardı. Sade ve duruydular. Toprak gibi, su gibi…
Babasını kibirle ayağına çağıran vali olmuş oğluna “Ben sana vali olamazsın demedim evladım adam olamazsın” dedim diyen kişinin hepimizin belleğinde yer tutan cümlesi cehaletin bilgisizlik değil tavır olduğunu anlatmıyor mu? İçselleştirilmeyen, kişinin hâline yansımayan bilginin kabalık olarak ortaya çıktığını bundan daha güzel ifade etmek mümkün mü?
…
ARAMA motorları bize yanlış olsa bile enva-i çeşit bilgi sunuyor. Ulaşmak kolay. Hayata yansımadığı için kibrimizi körüklemekten, nobranlıklarımızı köpürtmekten öteye gidemiyor.
Kısacası, cehaletimizi gidermiyor. Demek oluyor ki, bilgi üzerinde yeniden ciddiyetle düşünmeli ve bu husustaki yanlış tutumumuzu acilen tashih etmeliyiz.
Marifet bilginin çokluğu değil hayata tevazu ile yansıyıp yansımadığı…
Ya Selam!
27.08.2025