UĞUR CANBOLAT
TESLİM meselesi iyi anlaşılmalı. Çünkü bu hususta tutarlı değiliz.
Bazı hasselerimizi sonuna kadar hunharca yıpratıp kullanılamaz hâle getirirken kimi latifelerimizi paketinden dahi çıkarmıyoruz. Olduğu gibi tutuyoruz. Terütaze. Hiç kullanılmamış.
Oysa hunharca kullanım kadar hiç kullanılmaması, çalıştırılmaması da yanlış.
Sorumluluk içeriyor. Her iki açıdan da hesaba çekileceğiz, sorgulanacağız.
…
KİMİ hususiyetler çalıştıkça işlerlik kazanıyor. Gelişiyor.
Pratikler onu daha kapsamlı iş görecek hâle getiriyor. Bir nevi tecrübe gibi.
Deneme yanılma şeklinde ilerlediği de oluyor elbette ama zaten bu doğamızın bir gereği değil mi?
Düşmeyen kalkmayı öğrenemez. Bunun pratiğini yapamadığı gibi tanımlayamaz da.
Zira bu konuda düşünmez. Buna değer görmez.
…
YETENEKLER özümüzde mündemiçtir ama geliştirilmeyi bekler.
İşleyen demir ışıldar misalinde olduğu gibi yapmadığımız işin ustası alamayız.
Çıraklık ve kalfalık evrelerinden geçmeden bir işin piri olmak hayatın olağan akışına terstir.
Kişi bir işi yaptıkça hüner kazanır. Deneyimleri onu mahir ve güçlü kılar.
Hatta değerine değer katar ki, ihtiyaç duyulan, aranan kişi olur.
…
BUNLARI dünya deneyimlerimiz bakımından biliyoruz. Kabul de ediyoruz.
“Çırağı olmadığın işin ustası olamazsın” ilkesinden dolayı nice büyük yatırımların sahibi olan uyanık patronlar evlatlarını en alttan başlatarak tecrübe kazandırarak ve hak ettiği ölçüde, emeğinin karşılığı olarak yükseltirler.
Zira herkes zor kazanılanın kolay kaybedilmeyeceğini bilir.
Bunu bilmeyen miras yediler hepimizin nicesine tanık olduğu gibi dedesinin babasının bir çileyle ömür vererek oluşturdukları bir yapıyı birkaç senede heba ederler.
…
KÜLFET nimet dengesi de denir buna.
Ne kadar zorluk ardından o kadar kolaylık…
Ne kadar çile sonrasında o kadar refah…
Ne kadar zihni yorgunluk ileride bir o kadar dinginlik, huzur, mutluluk…
…
TÜM bunlar elbette yorgunluklarla, yıpranmalarla elde ediliyor.
Genellikle denge yakalanamıyor. İfrat ve tefrit rüzgarlarında savruluyoruz.
Gözümüz yıpranıyor, kulaklarımız işitme zorluklarıyla karşı karşıya kalıyor, dizlerimizde derman kesiliyor, yürüme problemleri açığa çıkıyor, dengede kalma güçlükleri kendisini hatırlatıyor.
İç organlarımız açısından da bunlar elbette söz konusu…
Organ yetmezlikleri konusunu ne çok duyar olduk ölüm sebepleri arasında değil mi?
Doğru beslenmeye, doğadan bilinçli yararlanmaya, sporu terk etmemeye, sağlığımızı bozup riske atacak mevzularda hassasiyet geliştirmeye odaklanmadığımızda başımıza nelerin geldiği hepimizin malumu.
…
AMA…
Bunların tam tersi olarak aklımızı işlettirme konusunda elimiz tutuk.
Kur’an-ı Kerim’de sürekli aklın işlettirilmesine, eğitilmesine yönelik mesajlar alırken ve bunu yapmadığımız sürece başımıza pisliklerin yağacağı uyarısına muhatap olmuşken biz ne yapıyoruz.
Âdeta aklımızın paketini bile açmıyoruz.
Onu çalıştırmayı düşünmüyoruz.
Hiç bunu denemeye teşebbüs etmiyoruz.
Rabbimizin her nimetini acımasızca yıpratma konusunda ölçüsüz davranırken akıl nimetini özellikle kullanmamız isteniyor olmasına rağmen tam tersini yapıyoruz.
Onu kullanmadan, yormadan, yıpratmadan geri teslim ediyoruz.
Oysa diğer özelliklerimizi aşırı ve yerinde olmayan kullanımlar sebebiyle sorumluluk almışken akıl konusunda tam tersini gerçekleştirerek daha ağır bir yükümlülük altına giriyoruz.
En az kullanılan organ veya hasse yarışması yapılsa tartışmasız birinciliği akıl alacak.
Bu teslim, teslim midir? Vandalizm değil midir?
Bilerek ve isteyerek ona zarar vermek anlamına gelmiyor mu?
…
EN büyük eksiğimiz aklımızı kullanmamak. Bu konuda ciddi zaaflarımız var. Gelin görün ki hiçbir eksiğimizle yüzleşmek istemiyoruz.
Olguya göre değil kendi vehmimizle oluşturduğumuz algılarla yaşamayı tercih ediyoruz.
İşin en vahim yönü ise bir süre sonra kendi oluşturduğumuz algıya kendimizin inanıyor olması.
Çarpıtan biziz. Neyi ne kadar çarpıttığımızı, habbeyi nasıl kubbe gösterdiğimizi, attırdığımız taklaları en iyi biz biliyoruz. Ama bir süre sonra kendi yalanımıza kendimiz inanıyoruz.
İşte bu da aklı kullanmamanın en mühim bir kanıtı değil mi?
Ya Selam.
08.05.2024