UĞUR CANBOLAT
NE kadar zaman geçti üzerinden bilmiyorum. Yıllar önceydi.
Arkadaşlarla şehir dışına bir gezi vesilesiyle çıkmıştık. Ben kilodan dolayı çabuk yorulduğumdan geride kalmış köhne bir dükkânın önündeki tabureye çöküp kalmıştım. Diğer arkadaşlar bedestenin içine dalıp savrulmuş hediye alışverişine dalmışlardı.
Kendi derunumda demlenirken yanıma sırtında ahşaptan yapılmış bıçak bileyici düzeneğini zorlukla çıkarmaya çalışan bir ihtiyar geldi. Zorlanıyordu. Hemen kalkıp sırtından indirmesine yardım ettim.
“Sağ olasın evlat” dedi yorgun sesiyle.
Ancak ses yorgunluğundan fazlasının olduğu belliydi. Göz kapakları neredeyse gözünü kapatacak gibiydi. Çok az görünüyordu. Başında kenarları terlemiş olan kasketini çıkarıp yandaki tabureye ilişti ve “Hele merhaba” dedi.
Bu Anadolu’muzun çok güzel bir âdetidir.
“Önce selam sonra kelam” ilkesine dayanır ve güven sunarak sözün kapısını aralar.
Küçüklüğümün geçtiği köy odasına gelenlerin selam verdikten sonra oturmasıyla beraber merhaba faslı başlar ve bunu tek tek herkes tekrarlardı. Kimi zaman yormamak adına gelen kişi herkese birden “Cümleten merhaba” diyerek sonlandırırdı bu diyaloğu.
Demem o ki, bu, “Sözü aralayacağım müsait misin veya hazır mısın?” anlamına gelirdi. O sebeple ben de içtenlikle “Merhaba dedem” diyerek cevaplamıştım.
…
KAYNADIK, coştuk, taştık.
İyi de ettik.
Sanki ötelerden yaş farkını dikkate almadan ahbap olmuş gibiydik. Birbirimize söyleyecek sözlerimiz birikmiş ve onların kazasının yapılması icap ediyormuş gibiydi.
Döküldükçe döküldük o sebeple.
Zamanın bizi içine katıp nasıl aktığını fark edemedik.
Arkadaşlar bir bir sökün edip toplanmaya başladığında anladık durumumuzu ve normale döndük.
“Vakit tamam oldu nazarım” diyerek kalktığında “Bana bir nasihatin var mı dedem?” diye sordum hiç âdetim olmadığı halde.
Sanırım o da beklemediğinden birkaç saniye duraksadı ve sadece benim duyabileceğim şekilde “Aklının hırsızı olma. Aklını nefsine çaldıranlar ancak onu başkalarına teslim eder” dedi ve kucaklayıp ayrıldı. Gözden kaybolana kadar baktım arkasından ve tüm yolculuk boyu bu sözü içimde evirip çevirdim.
Kendime çok pay çıkarabildiğimi söyleyemem o sırada ama sonradan sonraya yüreğime çöreklendi ve giderek ağırlığını arttırarak beni baskılamayı sürdürdü.
…
“AKLININ hırsızı olma, nefsine çaldırma” sözü öyle yabana atılacak bir cümle midir?
Kendi aklımızın hırsızı isek başkaca hırsızları suçlamaya hakkımız olur mu?
Aklımızın hırsızı olursak bu aynı zamanda imanımızın da hırsızı olduğumuz anlamına gelmez mi?
Kendi imanını çalan kişiye adam denir mi?
Mümin olma vasfını kaybeden kişi sonsuza kadar müflis olmuş sayılmaz mı?
Hüsranın gayya kuyusuna yuvarlanmış olmaz mı?
Kendisinden sonra aklını başkasına çaldıran iki kere iflas etmiş değil midir?
Kısacası bu mesele mühimin de mühimi değil midir?
…
MÜMİN olma vasfı sorumluluk almak demektir.
Sıradan bir iş, alelade bir eylem değildir.
Kenarda tuttuğumuz bir duygu ya da iç cebimizde sakladığımız bir düşünce değildir.
Teklifi kabul etmiş olmak demektir.
Kur’an-ı Kerim üzerinden Rabbimizle ahidleşmiş yani sözleşme yaptığımız anlamına gelir.
Orada ne varsa eksiksiz olarak tümüne evet demektir.
Bu ise akıl ile olur ve kalpte yer bulur.
Demem o ki, mümin olmaktan başka üstün vasıf aramak beyhudedir.
Nafile çabadır.
Ve akılla izahı mümkün değildir.
Geçenlerde bir arkadaşım “Hazreti Fatıma annemizin mütevazılığı üzerinde düşündün mü hiç?” diye sorduğunda zihnimden konuyu hemen oraya başlamıştım. Mübarek annemiz mümine olma vasfını öncelemiş, aklını işlettirmiş, kalbini ihtizaza getirmiş ve babası olan Fahr-i Kâinat Efendimizden hiçbir torpil talebinde bulunmamıştı. Nebi’mizin kızı olması dolayısıyla cenneti kendisine garanti görmemiş ya da babasından böyle bir tolerans talebinde bulunmamış “Ümit ve korku” arasında hizalanmak olan gayreti öncelemiş yani aklın dolayısıyla imanın gereğini yerine getirmişti.
Bu muhteşem örnekliği ile bizlere “Mümin olmanın naz değil niyaz makamı olduğunu” öğretmiştir.
Nasiplenenlerden olmak duasıyla…
Ya Selâm!
30.10.2023