UĞUR CANBOLAT
RADYOSUNU yanı başından hiç ayırmazdı.
Bostana çapa yapmaya gitse yanında olurdu, ayrık otlarını yolmaya varsa yine yanında.
Bağa da onsuz gitmezdi.
Üzüm diplerini açarken yanında olurdu, belleme yaparken yine yanında.
Hasat vakti zaten onsuz olmazdı.
Harman yerinde sapları istif ederken yanında olduğu gibi iki atıyla saatlerce döğen dönerken yine boynunda asılıydı.
Bir tek köyün imamının âleme namaz ve felah çağrısı yaptığı ezan okunurken susardı radyo bir de kulluk vazifesini ikame etmek için Hakk divanına durduğunda… Sair vakitle açıktı.
Radyosu zamanla onun uzvu gibi olmuştu.
Başkaları da artık bu duruma alışmış, yadırgama devri çok gerilerde kalmıştı.
Almanya’da çalışan oğlunun ona bu hediyeyi verdiğinden beri asılıydı boynunda.
Komşulardan bazıları “Yatarken bile çıkarmaz bu deli radyoyu” diyorlardı.
…
DELİ MİYDİ gerçekten bilmiyorum, çünkü birebir tanımadım.
Arkadaşım olan torununun başkaca aktarımlardan öyle bir emare göremedim.
Hatta oldukça akıllı olduğu bile söylenebilir.
En azından yaşadığı hayatını tüm yokluklarına ve zorluklarına rağmen renklendirebilmeyi bilmiş.
Neşe katmış. Nükte eklemiş. Başkalarını da bu muhabbet halkasına ustaca dahil etmeyi bilmiş.
Daha ne olsun erenler?
…
HER hayat orijinaldir, biriciktir.
Böyle düşünürüm. Ama bazıları bana biraz daha özel gelir, ilgimi çeker.
İçine girme hususunda direnemem, dahası dahil olmak ve daha fazla ayrıntı alabilmek için aralık bulduğum kapılardan içeri süzülürüm. Kapalıysa zorlarım, açtırmanın bir yolunu bulmak için bazı tilkilikler yaparım.
Yine öyle olmuştu.
…
ARKADAŞIMIN dedesi söz incisini parlatıp gözleri ışıltısıyla kamaştırmaya başladığında kendini aralarda tutamaz ve “Unutulmuş sevgiler hey” dermiş.
Didiklemelerim sonrasında aldığım bu sonuç beni ziyadesiyle memnun etti. Meseleyi radyoya bağlama çabalarım da neticesiz kalmadı. Dede bu sözü sohbetlerin dışında en fazla radyodan türkü dinlerken söylermiş.
Orada âşıkların, halk ozanlarının, tezeneyi gönlüyle tellerle buluşturanların seslerini asumana saldıklarında hislenir ve bu cümlesini mütemadiyen tekrar edermiş.
…
TÜRKÜLER elbette bize esaslı sevgilerin şifrelerini veriyor.
Sahih ile sahteyi ayrıştırmamıza fırsat tanıyor.
Geçmişin ortaya irade koyanları ile günümüzün en küçük bir tümsekte toz olanları arasındaki acı verici farkı görmemizi temin ediyor.
Yol ve yordam bilmeyi, iz sürmeyi, sevda fidanın sürgün vermesi için lazım gelen steril ortamı ve mümbit toprağın nasıl havalandırılıp beslenerek korunacağını öğretiyor.
Söz söylemeyi, agâh olmayı, tabiatla iç içe bulunmayı, yüksek erdemleri tertemiz bir elbise gibi giyinmeyi salık veriyor.
Geçmişimizle bağ kurdurtuyor ve kalbimizi geleceğin umutlu baharlarına taşıyor.
Türküler bizim bir nevi muhasebemizdir.
Diğer yandan da muhassalamız yani söz, değer ve erdem çıktılarımızdır.
Bu açıdan bizleri “Sevda yüklü kervanlara” katar ve onlarla aşkın ülkesine doğru seyahate çıkarır.
Yani unutulmuş sahih sevgilerin çerağını gönlümüzde uyandırıp ateşler.
Dolayısıyla radyosundan sadece türküler dinleyen dedemizin bu cümlesi esasen hiç şaşırtıcı değil.
Hayretimiz cehaletimizdendir.
…
DÜŞÜNELİM hele…
“Unutulmuş sevgiler hey” demeyenimiz var mı?
Vefayı içinde barındırmayan sevgilere kaçımız hakikatli sevgidir diyebilir?
Emeği içinden kaçmış sevgiler, sevgi midir yoksa imitasyon mudur?
Gerdana takılabilir mi hiç?
Kalbe konulabilir mi, umutla, şerefle ve şükranla taşınabilir mi?
Hayat yolculuğunda asla bırakılmayacak bir el gibi güvenle tutulabilir mi?
Sevgi unutulunca sevgili kalır mı ortada?
Demem o ki, yârenler dede haklı…
Bizler de onun gibi daha fazla “Unutulmuş sevgiler hey” dememek için yeniden gözlerimizi yıkayalım mı?
Orada mısınız, öyleyse…
Ya Selâm!
28.10.2023