ARTIK niyaz nakışlı hüzün elini eteğini çekmişti yürek dünyamızdan. Azgın duyguların pençesindeydik hepimiz. Hızlı yaşıyorduk. Dünyayı oburca tükettiğimiz gibi duygularımızı da aynı hoyratlıkla yok ediyorduk. Gerilmiş yüzler, gülmeyen çehreler, öfkeli sözcükler ve sıkılmış yumruklarla yaşıyorduk.
Ya da tersini en uçta… Hiçbir şeye aldırmıyor hız ve hazzı uçurumdan düşer gibi koşturarak yaşıyorduk. Hüzne vaktimiz kalmamıştı.
Yavaşlamaya, dinlenmeye, biraz da olsa tabiatı ve kendimizi dinlemeye niyetimiz yoktu.
…
TÜKETİRKEN tükendiğimizin idrakinde değildik. Biteviye koşuyorduk.
Yoruluyorduk yorulmasına ama bunu kabul etmekten yana değildik. Oysa bize yavaş olmayı, teenni içinde bulunmayı, bin düşünüp bir söylemeyi, etraflıca düşünmeyi, etrafını cami, ağyarını mâni bir şekilde davranmayı öğretmişlerdi.
Ne olmuştu bu öğretiye? Nereye çekilip gizlenmişti? Yoksa biz mi onu kovmuştuk düşünce dünyamızdan? Biz mi ötelemiştik onu ötelere?
Bi haller olmuştu bize ama bu iyi bir hal değildi. İnsanlığı kaldıran bir davranış değil çökertici bir tutumdan başka bir şey değildi.
Bazı duygularımız ateşlenmiş, bazılarına hız kazandırılmış ama hüzün susturulmuştu.
…
HÜZÜN duymak demekti oysa.
En başta insanın kendini duymasıydı. Rüzgârı duyması, kuşları işitmesiydi. Kendi halinde akan bir derenin kenarında insanlığa dair hayırhah düşüncelerdi.
İçeriye dönük bir muhasebenin de adıydı hüzün. Dünyada yalnız yaşamadığımızın, başka coğrafyalardan yüreğimizi burkan haberleri işitmek ve onlara gönül kabartarak dua etmekti.
…
Niyaz nakışlı hüzünlerimiz vardı bizim.
Merhamet bekleyen kanadı kırık kuşa bizler koşardık. Dağdaki aç kurtları düşünüp kış mevsiminde onlara et götürmek âdetimizdi. Göğe doğru uzanan minarelerle çevrelenmiş haşmetli kubbelerin zirvelerine yakın kuş evleri inşa ederdik.
…
KUŞ gibi pır pır eden bir gönle sahip olmak demekti kaybettiğimiz hüzün.
Ve biz “Hüzün Peygamberi”nin müminleriydik. İmanımız, biatımız O’naydı.
Ve O bize “Hüzün benim ayrılmaz arkadaşımdı” cümlesini bırakmıştı. Biz hüznü dünyamızdan kovmakla bu mübarek cümleyi de unutmuştuk. Kendimizi unutmuştuk.
…
HÜZÜN bir başına yalnız mı gitmişti. Aklımda bu soruyla günlerce dolaştım. Üzerimde ağırlaştıkça ağırlaştı. Kendimi yücelere vurup bir dağın eteğinde nefeslenmek üzere sırtımı bir ulu ağaca dayayıp oturmuştum ki, yalnız olmadığımı anladım. Kendisini tanımadığım bu kişi beni tanır gibi konuşmuştu. Gökçek yüzlü o kişinin ilk cümlesi şu olmuştu.
“Nazarım bizi bu dağın yücesine taşıyan şey insana yücelik veren duyguların kaybolup gitmesiyle içine gark olduğumuz hüzündür. Hüzün ki, duyguların yücesidir. Aşkın hecesi, kalbin ecesidir. Hayatın hızlanması hüzün gibi dikkat ve yavaşlık isteyen duyguya yaşayacak alan bırakmadı. Buralara çekildi. Bizi de çekti. Belli ki sen de bu sebeple buradasın. Hüzün asildir. Peygamberîdir. Kişiyi insafa getirir. Yumuşatır, katılıklarını giderir, öfkenin kızgın atından indirir. Sıkılı yumrukları açtırır, nefes aldırır.
Hüzün kendimizi anlamamızı sağlar. Özümsetir. Bilinç tazeletir herdem abdest tazeler gibi. Kendini anlayan başkalarını anlamaya adım atar. Muhasebe düşüncesine erdirir. Hüzün duyguları ve yaşanmışlıkları ayrıştırır. Tefrik ettirir birini diğerinden. Ayrıntı sunar. Hakkı batıldan ayırmanı kolaylaştırır. Yücelerdedir. Alçak yerlerde mekân tutamaz.”
Gözlerimi kapatmış bu yüce ermiş kişiyi dinliyordum.
İçimden geçen cümleler şunlar oldu: “Hüzün erdemdir. Erdemli olanlar hüzne teşnedir, onunla hemdemdir. Hüzün en dokunaklı yanımız, en duyarlı duygumuz.”
Ve biz onu kaybettik.
Yapılacak şey ise belli; aşkın hecesini, kalbin ecesini yeniden kazanmak…
01.07.2024