UĞUR CANBOLAT
DÜNYAMIZDAN değildi sanki. Başka bir diyardan arzımıza düşmüş gibiydi.
İnsanların sevinçlerini, mutluluklarını, coşkularını, heyecanlarını, umutlarını, hayallerini, özlemlerini, tutkularını, tat alışlarını, zevklerini, acılarını, kederlerini, kırgınlıklarını anlayamıyordu.
En çok da öfkelerini, kızgınlıklarını, kıskançlıklarını, fesada yatkın oluşlarını, bozgunculuk yapmalarını, ithamlarda bulunup yaftalamalarını, ötekileştirmelerini, yaşamlarını bencillik üzerine kurmalarını anlayamıyordu. Bu sebeple derin sessizliklere kaptırıyordu kendisini.
Uzun uzun bakıyor, gözlüyor, irdeliyor, anlam yüklemeye çalışıyordu her davranışa. Onun bu tavrı sosyal yaşamın kıyısında kalmayı getiriyordu ancak görenleri de hayrete düşürmüyor değildi.
Hayatımızı güzelleştiren duyguları ve tersi hislerle hercümerce sebebiyet veren menfi hisleri bilmediğinden olumlu ve olumsuz anlamda etkisizdi.
Bu nedenle onunla şu ya da bu sebeple temas edenler “Melek mi acaba?” diyorlardı.
…
MELEK değildi.
Ama kötü insan anlamına gelecek şeytanlaşmış bir yanı da bulunmuyordu. Nötr idi.
O, sadece gözlüyor ve anlamaya çalışıyordu.
…
RÜZGÂRIN saçlarını dalgalandırmasındaki keyfi bilmiyordu örneğin.
Yüzmek olmasa bile denize ayaklarını sokarak martıların dalış ve kalkışındaki ahenge bir anlam veremiyordu. Yağmurda ıslanmanın ve ardından kızgınlıkla kükreyen bir sobanın üzerinde pişmiş kestane yemenin insana verdiği hazzı hiç tatmamıştı. Üşüyünce hasretini çektiğin yürekle bir olup aynı battaniyenin altına girerek güneşin doğumuna veya gurubuna şahitlik etmeyi hiç deneyimlememişti.
Tavşan kanı çayı cam bardakta yudumlarken donan ellerini onunla ısıtmayı da tabi.
Türk Sanat Musikisinden bir besteyi kulaklarına misafir ederek gözlerinden bir damla yaşı yanaklarının üzerinde serbest bırakmanın kişiye verdiği derin hasreti hiç tatmamıştı.
Yine bir türküyü turnaların kanatlarına kutsal bir emanet gibi iliştirip;
“Telli turnam selam götür / Sevgilimin diyarına / Üzülmesin ağlamasın / Belki gelirim yarına, cananıma” demeyi hiç aklına getirmemişti.
Dağ başında gürül gürül akan bir çeşmenin oluğuna hasretin bin derede yaktığı bir kavruklukla abanıp yârin yüreğini taze bir gül fidanının filize durması gibi çiçek açtıran gözlerini içer gibi hiç içmemişti.
…
YER ELMASI ikram etmişti bir gün ilk tanıştığı kişi.
Hediyenin, ikramın ne demek olduğunun bilinmediği bir öteler şehrinden geldiği için şaşırmıştı.
Almakta zorlandığı yer elmasını epeyce elinde tuttu. Evirdi, çevirdi ve uzun uzun baktı.
İkram eden kişi de hayrette kalmıştı bu duruma. Onun bu beklenmez çekinikliği hoşuna gitmişti bir yandan da. İçinde bir sevda kıvılcımı yandı birden anlam veremediği bir huzur eşliğinde. Onun da yemesi için iştahla bitirdi elindekini.
“Neden yemiyorsun?” diye sorduğunda “Sen neden yiyorsun?” sorusuyla mukabele edilince merakı daha bir ateşlendi.
“Tadından dolayı” dediğinde ise “Tat nedir?” karşılığını almıştı ki bu cevap onu hem daha fazla ürpertip şaşırtmış hem de bir o kadar da adama kendisini yakın hissettirmişti.
…
SEVİLMEMİŞTİ hiç adam… Dolayısıyla sevmemişti de. Ama ruhu şefkatle sarılmak, derinlemesine sevilmek istiyordu. Fıtratında kayıtlıydı demek ki… Bu durumda sevginin öğretmenliğini yapmak hem kendisini hem de onu aşkın tadının doyulmaz doruklarına taşıma hevesine kapıldı.
Kendini durduramadı ve ona “Seni seviyorum” deyiverdi.
Sevilmeyi hiç tatmamış olan adam içinde kabarıp taşan bir heyecanla ve sevgiyi öğrenmek isteyen bir ilkokul öğrencisi tedirginliğiyle sordu: “Beni nasıl seviyorsun?”
Ardından cümleler kapağı açılan bir barajın iştah ve istekle akmasına benzer şekilde döküldü.
…
“SENİ, saçının bir telini bile bir kere koklamanın tüm acılarıma ilaç olacağını bilerek seviyorum.
Seni, elini bir kere tutmanın bile gönlümü yedi iklim dört köşeyi bir anda gezdirecek enerjide olduğunu bilerek seviyorum.
Gözlerimin gözlerinin hapsinde olmasını cihanın en gönüllü mahkumiyeti bilerek seviyorum.
Yağmurda ıslanmış saçlarımı parmaklarımı tarak yaparak taradığımda acı ve keder adına ne varsa hepsini birden toprağa gömmüş olacağımı hissederek seviyorum.
Narin bir papatyanın kalbim gibi titrek ve ürkek oluşu gibi seviyorum.
Kuzuların annelerine hücum edercesine koşması gibi sana koşarak seviyorum.
Kalbinin heyecanını kalbime tutarak dünya korkularından kurtulmuşçasına seviyorum.
Geceleyin yıldızların kulağına aşkımı fısıldar gibi seviyorum.
Senin değerini kendi değerimle ölçmeyecek bir olgunlukla seviyorum.
Uykularımı bölercesine, fırından yeni çıkmış ekmeğin buğusunu içime çekercesine, haykıran feryatlarımı kimselerin duymayıp sadece senin gönlünde yankılanmasını bilircesine seviyorum.
Seni senin yokluğunda vardan daha çok varmışçasına seviyorum.”
Sular seller gibi aktı cümleler. Nehirler çoğalıp birleşerek denize kavuşup bir olmuşçasına bir oldu yürekleri.
Söylenenleri bütünüyle ve her ayrıntısıyla anlamamıştı belki ama ruhunda bir fener alayı yürüyüşü başlamıştı ve o da gözlerini gözlerine mıhlayarak “Ben de seni öyle seviyorum” dedi.
11.10.2024