UĞUR CANBOLAT
AKLIMIZ şaştı, gönlümüz bulandı.
Yaşadığımız çağ yordu hepimizi…
Çoğumuz paçasını öyle ya da böyle kaptırdı.
Malumatla yetinip ilme gayret etmekten kaçındığımızda kendini bizlere öncü olarak sunanların martavallarını ilim sandık. Zaten istedikleri de buydu.
Onlar yetkili kılınmıştı, faziletliydi, öncüydü. Seçilmişlerdi.
Ve bizim için didinip duruyorlar, ilimlerinden faydalandırıyorlar, sınırsız fedakarlıklarda bulunuyorlardı. Bizim ayrıca öğrenmemize hacet yoktu. Zaten buna zamanımız da aklımız da yetmezdi. Zira bizler onlar gibi seçilmişlerden değil sıradan insanlardık. Dolayısıyla mükellefiyetimiz tâbi olmaktan ibaretti. Hem de anlamaya yönelik sorgulayıcı sorular sormadan. Tam bir kabul ile…
Baktık ki, bizim gibi niceleri var. Hiç mesele etmiyorlar. Gayet mutlular üstelik.
Kandırılmışların çokluğunu hayra yorarak gafletin çarkları arasına kendimizi bıraktık.
…
HİCAR olduk…
Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip misali bizi kendilerine bağladılar. Su üzerindeki bir kabarcığa üfler gibi üfleyerek bizi istedikleri yönlere ittirip götürdüler.
Hicar olmayı yani onlar tarafından yönlendirilmeyi kabul edip kendilerine tabi olduktan sonra elbette burada durmadılar. Çünkü maksatları önce hicar sonraysa icar idi. Malum olduğu üzere icar bir bedel karşılığında kiralamak demektir. Ancak burada da tersi işledi. Bizlerin aklını, kalbini, duygu ve düşüncelerini kiraladılar ama karşılığında bir şey vermediler. İşi daha ileri götürerek bizlerden aldılar.
Kargayı bülbül görme yanılsamasından sonra zaten buna müstahak olmuştuk.
…
AKLIMIZI bizden aldılar. Bizde kalırsa yanılacağımıza, zarar edeceğimize, ziyana uğrayacağımıza ikna ettiler. Rabbimizin vahyi anlamak üzere bize bağışlamış olduğu aklı kullanmamanın yaratıcımızın iradesine muhalif bir eylem olduğunu anlayamadık.
İşte hicardan sonra adı icar olan ama üstüne ödeme yaptığımız tersinden icar böyle gerçekleşti.
Ekonomimizi söyledikleri yerlere yönlendirdiler. Alışveriş yapacağımız noktaları belirlediler. Onların onaylamadığı kişilerle konuşamaz müsaade etmedikleri yerlere gidemez uydular olduk.
Bu zekice bir tahsilat yöntemiydi ama bize dayanışma olarak sunup afiyetle yutturdular.
…
YETİNMEDİLER elbette. Arkası geldi.
Kalbimizi de yağmaladılar. Kendilerini sevginin, muhabbetin ana dinamosu olarak takdim ettiler. Taksimatın yani dağıtımın oradan olduğuna inandırdılar. Payımızın çok olmasını istiyorsak evvela kendilerini sevmemiz gerektiğini telkin ettiler. Hem de sorgusuz sualsiz olarak.
Anlatıya göre aslında biz onları sevemezmişiz. Bulamazmışız. Böyle bir özgürlüğümüz ve irademiz söz konusu değilmiş. Yani Allah’ı ve Nebi’sini bulabiliriz ama onları onlar istemeden bulamazmışız.
Peki, o zaman nasıl oldu da kalbimizi yağmalayanları sevmişiz?
Burada da tam bir hicar ve icar durumu ortaya çıkıyor.
Sistem şöyleymiş. Onlar seçilmişler, yetkilendirilmişler, bağışa uğramışlar olarak evvela bizi seçmişler. O sebeple biz onları tanımışız. Önce onlar bizi sevmişler. Bu nedenle biz onları sevebilmişiz. Yoksa biz asi mücrim kullar olarak buna nasıl cüret edip güç yetirebilirmişiz ki…
İşte bu tam da beygirin bileğini semere bağlar gibi bizi kendilerine tam bir teslimiyetle bağlamak ve emirlerinin dışına çıkılmaması için üstümüze beton dökülmesi demekti.
Yine de bizi seçenler bizden ya vazgeçerse, bu eşikten düşersek kaygı ve korkusu ruhumuza salındı. Böylece bülbül bellediğimiz kargalara sımsıkı bir daha bağlandık.
Aklımızı elimizle teslim ettik ve kalbimizi gönüllü yağmalattık.
…
SONUNDA ne oldu peki?
Pir Dede’nin söylediği gerçekleşti. Kargalardan gül sormaya başladık.
Yolsuzdan yol öğrenilmez diyemedik. Münafıktan sadakat tahsil edilemeyeceğini bilemedik. Şirkte ortaklık yaptığımızı kavrayamadık. Malumatla ilmin ayrımına varamadık. Ahlakın her şeyin besmelesi olduğu şuuruna erişemedik.
Ve…
Olan oldu, yiten yitti, ölen öldü.
…
PİR DEDE’Yİ dinlemenin vaktidir. Nedamet getirmenin zamanıdır. Mağfiret dilenmenin demidir.
“Ayıplarım gönül seni” demişti. “Hal bilmeze hal sorarsın / Yanında bülbül dururken / Kargalardan gül sorarsın.”
Tam da içinde bulunduğumuz durumu özetlemiyor mu?
“Nalbant olmayan şehirde aşk atına nal sormayı” nasıl izah edeceğiz yoksa.
Peki, “Kulağı sağır dilsize iklim iklim yol sormamızın” hakikatli bir gerekçesi var mı?
…
ARTIK başkalarının güdülemesinden çıkıp sorumluluğumuzu yüklenmemiz gerekir. Kur’an-ı Kerim’in kesin bilgileriyle şeytanın tecessüm etmiş temsilcilerini kalbimiz, aklımız ve ilmimizle teşhis edip yolun sahih yolcularıyla bir olup istikamet üzere mesafe almalıyız.
Kargalara değil, ehl-i zikre yani vahiyle aydınlanmış muvahhitlere doğru soruları sormamız gerek. Sahtelerin değil sahihlerin yol arkadaşlığına ihtiyacımız var.
Ya Selam!