UĞUR CANBOLAT
BİRİ şarkta diğeri garpta iki ruh hâlinin çekişmeli ortamında gözlerini dünyaya açmıştı. Birbirine bu seviyede aykırı iki kişinin neden bir aile birliği kurmak için zorlandığını anlamak gerçekten güçtü. Geniş olan dünyayı birbirine dar etmek gibi kötücül bir emelin gönüllü neferi olmayı izah etmek zordu. Ama durum tam da buydu.
“Zamanla birbirini tanıyıp kaynaşırlar” öngörüsü her zaman istenen neticeyi vermiyor. “Hele bir çocukları olsun, bak gör nasıl da birbirine bağlanırlar” temennisi de çoğu defa isabet etmiyor. O sebeple asgari seviyede olsa bile “Huyu huyuna” durumuna dikkat etmek büyüklerin öngörü içeren asli vazifelerinden biri olmalıdır. Anadolu’da aklı eren “Görücülerin” evvela gidip müstakbel geleni ve ailesini görmesi, iki tarafın geleneklerini ve kültür kodlarını kıyaslaması aslında çıkabilecek olumsuzlukları en aza indirmek namı hesabına idi.
…
GÜLRÛ bitmeyen savaşların sürüp gittiği böyle talihsiz bir aileye doğmuştu.
Gül yüzlü idi ama yüzünü hiç güldürmeyeceklerdi. Yanaklarındaki allar zamanla acının kan kırmızısına dönüştürülecekti. Ki, tam da öyle olmuştu.
Gülrû daha ilk bebeklik zamanlarından sonra çatışmacı ailesinin farklı mesaj oklarının salvoları arasında kalmıştı. Birini savuşturabilse bile diğerine yakalanıyordu. Birinden başını korumayı başarabilse diğeri koluna saplanıyordu.
Ve ne acı ki istenmeyen bu evlat iki tarafa da yaranamıyordu.
…
ÇELİŞKİLİ mesajların hedef tahtası hâline gelen Gülrû’nun kalbi yaralıydı. Babası saçını hiç okşamamıştı. Kendisi de babasının sakallarını hiç okşamamış, çekiştirememişti. Annesi de bundan farksızdı. Sütünü verirken bile ittirip kaktırıyordu. İki düşmanın vızıldayan kurşunları arasında büyüyüp aklını ve kalbini koruyabilmek hiç kolay değildi.
Birbiriyle kutuplar kadar uzak ve taban tabana çelişkili mesajların arasında kalan bir çocuk ne yapabilirdi ki… Birine müspet cevap verse diğeri için tam tersi bir durum ortaya çıkıyordu. Bu paradoksal durumdan kaçsa nereye kadar kaçabilecekti ki… Zira bunlar tek kullanımlık bilet değildi. Biteviye devam ediyordu. Kendini mütemadiyen tekrarlayan bu ikilemin arasında canlı kalmak bile başlı başına bir mucizeydi aslında.
…
AZARLANMANIN haddi hududu yoktu. Özgürlüğün ve irade koymanın başı küçükken ezilmişti. Arada bir cesaret gösterisi yapıldığında muhatap olunan katmerli cezayı tattığı için zehir yudumlamaya gönüllü olmak ayrıca bir başka delilik gibiydi. Dolayısıyla yaşanan hırpalanmayı tarif etmek çok güçtü.
O sebeple kararlılık ve bağımsızlık nutukları yaşanan gerçekler karşısında pek bir işlevsiz kalıyordu.
…
ÇİFTE bağ bir kısır döngü gibiydi. Gözü kapatılmış beygirin değirmende anlamsız ve yılgın dönüşünden öteye bir anlam taşımıyordu. Net olmak gerekirdi ama yetmiyordu. Tutarlı bir iletişim tutarsızlarla kurulamıyordu işte. Gülrû’nun bu çilesi stres sepeti gibiydi. Hangi çeşidini ararsanız orada vardı. Kafa hep karışıktı. Çıfıt çarşısından farksızdı. Potansiyel patlamaları barındırıyordu. Duygu durum sorunları kendisini bu aşamada tam göstermese de cepte hazırdı.
…
İÇİNDE bulunduğu bu çifte bağ sinyallerinin karmaşıklığı zamanla onu öfkeli yapmıştı. Karşı çıksa ve çilesini çekmiş olsa da modellediği ebeveyniydi. Öğrenilmiş bir durum vardı. O nedenle sevmediklerini balkonda halı çırpar gibi çırpar, hırpalardı. Bundan marazi bir zevk alarak beslenirdi. Hırsı boyunu aşmıştı. İtirazlar onu durdurmaz tam tersine azdırırdı. Aşırı kibirliydi. Ezilmişliğini bununla örttüğünü sanırdı. İnat ettiğinde duvarları yıkıp geçerdi. Hep gergindi. İsminin açılımı olan gülen yüz kavramı sadece orada saklanmış bir imgeye dönüşmüştü. Çatışmalı bir dinamiğe dayalı yaşardı. İlişkide olduğu yakın kişilere arada sırada iyi davransa bile muhakkak ortada tereddüt edilecek bir gri alan bırakırdı. Kimse rahat etmemeli, rehavete kapılmamalıydı.
…
ÇİFTE bağ ikilemi canına okumuştu. Kendini aşırı tertipli olmaya adamıştı. Bir fincanın kulpu farklı tarafa baksa bu savaş ilanı için geçerli bir sebepti. Kendince saygısız olarak gördüğü tavırlara merhamet etmez onları da o fincanların sapı gibi hizaya sokmak için savaşırdı.
Eğer çifte bağ sinyali veren bir aileye değil de huzurlu bir yuvaya doğmuş olsaydı muhtemelen yaptığı işe önem verdiği için başarılı, zekâsı sebebiyle üretken, disiplini, mükemmeliyetçiliği dolayısıyla titiz ve düzenli bir hayat ortaya çıkacaktı. Sabrını doğru istikamete yönelttiği için dostlar kazanacaktı. Aşırı gururunu ve dik başlılığını tevazuya dönüştürebilecekti.
…
GÜLRÛ çok güzel bir kızdı ama hayatını güzelleştiremedi. Çifte bağ ikileminin kıskacında ömrünü törpüleyip durdu. Sonrasında kendisi de başkalarını sürekli törpüledi, hizaya sokmaya çalıştı. Kötülük gördüm ama iyilik sunayım diyemedi. Ön tekeri arka tekere takip ettirdi.
Oysa nasıl da etkileyici iri gözleri vardı. Kaşları arasındaki geniş mesafeye ne çok mutluluk sığdırabilirdi. Köşeli çene yapısı hayatın sevgiden oluşan hâreli çizgilerini belirginleştirebilirdi. Kalın ve gür saçları güçlü bir halat gibi iyilikleri kötülüklerden çekip çıkarabilirdi. Koyu renkli gözleri hayat kahvesinin telvesi olabilirdi.
Olmadı işte. Narsist anne babanın elinde heder olup gitti. Kendisi de başkalarını heder etmekten geri durmadı. İstenmeyen iki uzlaşmaz mesaj ve tavrın kimi yaşamları nasıl paspas gibi yaptığının acınası örneği oldu. Çelişkili iletişimin canlı cenazesi haline geldi. Çözümsüzlüğün musalla taşına döndü.
Bana bu hikâyeyi anlatan Gülrû’nun ömrünün son demlerinde bambaşka biri hâline döndüğünü eklemeyi de unutmadı ama ben bu kısmın nasıl olduğunu hayal edemedim doğrusu.
Diyorum ki, bu kısa hayata bu kadar zulüm fazla… Çok fazla.
Ne Gülrû’lar çifte bağ sinyalleriyle çile çeksin ne de onlar yaşadıklarından ötürü başkasının çilesi hâline dönüşsün…
Ya Selam!