UĞUR CANBOLAT
TERTİP ve düzeni önemseyen bir aileye doğmuştu.
Öteden beri gelen prensipleri vardı ve bunlar çiğnenemezdi. Disipline riayet etmemek asla hoş karşılanmazdı. Bu sebeple yazılı olmayan bu kurallar nesiller boyu devam edip kutsal bir miras gibi gelmişti. Çocuklar, çocuktur diye muaf tutulmazdı bu kurallardan.
Onlarda aynen büyükler gibi nizama uymak üzere yetiştirilirdi.
Küçük kaçamaklara tevessül edenler olursa da hoş görülmez, usulünce uyarılarak uyumu temin edilirdi.
…
KİŞİSEL bakımını çocuk yaştan itibaren önemserdi.
Her giydiğini mühimser, üzerinde titizlenir ve onu ikinci gün asla giymezdi.
Eli, tırnakları tertemiz olurdu.
Yüzü biraz genişçe ve parlaktı. Gözleri iri, kaçları kavisliydi.
Altın sarısı saçlara sahipti ki, bunu haddinden fazla önemserdi.
…
ERGENLİĞE geldiğinde vücut algısı daha da arttı.
Her gün muntazam tıraş olurdu ve bu iş epeyce de uzun sürerdi.
Kaşlarını uzun tutmazdı. Bıyıklarına olan ihtimamı ise bambaşkaydı ve ilk görüldüğü anda bu özeni hemen fark edilirdi. Arada kasket takmış olsa da genellikle saçlarını rüzgâra vermeği yeğlerdi.
Ama bu defa onları sürekli düzeltmek zorunda kalırdı ki, az bir meşgale sayılmazdı.
Yine de bundan müşteki değildi. Keyifle tekrar tekrar düzeltirdi.
…
AYNASIZ dolaşmazdı.
Yeleğinin sağ cebinde muhakkak aynası ve küçük tarağı bulunurdu ve yeri hiç değişmezdi.
Sıklıkla aynasını cebinden çıkarıp sol eliyle tutar, ritmik hareketlerle yakınlaştırıp uzaklaştırırdı.
Bakışı değişikti. İlk başta kendisini sanki ilk defa görür gibi bir hayret ifadesi takınır ve o ritmik uzaklaştırıp yakınlaştırma eyleminden sonra yavaş yavaş mimiklerinde oynamalar görülür ve en sonundaysa muzip bir tebessümle sonlandırırdı. Bu hareketi günde kaç kez yapardı bilinmez.
Bu kadarına özen mi dersiniz, kendini beğenmişlik hâli mi veya takıntı mı bilemem.
…
ADI “Aynalı”ya çıkmıştı.
Zamanla kimse onu gerçek adıyla ünlemez olmuştu. “Aynalı” diyordu herkes.
Kendisi de benimsemiş olmalı ki, itiraz etmez, ikaz etmeyi gerekli görmez her seslenişe döner, muhakkak cevap verirdi.
Eşi, çocukları hatta torunları bile kendisine bu şekilde hitap ederlerdi.
…
YAŞI ilerlediğinde yine yakışıklıydı.
Karizmasından bir eksilme olmamış aksine daha dikkat çeker olmuştu.
Uzun ve bembeyaz saçları, çene kısmından daha fazla uzanmış sakalları tüm bunların üzerine pala gibi gelen ama özenle düzenlenmiş bıyıkları heybetini daha da pekiştirmiş ve muhatabında eskiye göre daha derinden bir saygı uyandırıyordu.
O konuşurken sözü kesilmezdi.
Düşük seviyeli espriler yapılmazdı. Gereksiz, havadan sudan mevzulara bile girilemezdi. Şu da var ki kendisine bir soru yöneltildiğinde soranı ciddiye alır ve hiç acele etmeden, geçiştirmeden ayrıntılı cevaplandırırdı.
Yani insana da soruya da saygı duyardı.
…
YELEK cebinde artık ayna taşımaz olmuştu.
Muhtemelen ileri yaşından dolayı buna ihtiyaç duymamaya başlamıştı. Herkesin dikkatini çeken ama kimsenin özel olması sebebiyle soramadığı bu soruyu ben yöneltmiştim nükteyle karışık bir eda ile. “Aynalı Baba aynaya ne oldu, kırıldı mı yoksa?”
Tebessüm etti, dişleri inci gibi görüldü ve yavaş yavaş bu güleçliği geri çekildi. Ardından ise;
“İmanım, ayna kırılmadı ama ben kırıldım” dedi.
Hepimiz taaccüp ettik ve neredeyse hep bir ağızdan “Nasıl yani?” dedik.
“Hayat kalbimi çok kırdı, heveslerim, gereksiz isteklerim, bir türlü doyuramadığım arzularım, bitmek bilmeyen hırslarım kalbimi gereğinden fazla kırdı. Ve ben bunu çok geç fark edebildim.”
Kendisini bu anlayışa getiren, sarsıcı, özel bir hayat olayı var mıydı bilemedik ama bir süredir aynalara küstüğünü anladık.
Aynaya artık her baktığında yaptığı taşkınlıkları, üzdüğü kişileri, kırdığı kalpleri görüyor ve kendi kalbi bir defa daha tüm bunlara derinden derine kırılıyordu.
Anlaşılıyor ki, aynalara belirli bir süre zarfında değil sürekli bakabileceğimiz bir yüzümüz olmalı.
Bunun nasıl olabileceğini hepimiz biliyoruz aslında, bilmezlikten gelsek de.
Ya Selâm.