UĞUR CANBOLAT
NE SORSALAR aynı cevabı verirdi. Dilinde zikir olmuştu âdeta.
Sen kimsin? Hiç.
Nereden geliyorsun? Hiç.
Nereye gidiyorsun? Hiç.
Amacın ne? Hiç.
Ne yapıyorsun? Hiç.
Hayata ne katıyorsun? Hiç.
Kendine ne katıyorsun? Hiç.
Aslın ne? Hiç.
Faslın ne? Hiç.
Nasılsın? Hiç.
Adın ne? Hiç
Ne olmak istiyorsun? Hiç.
Böyle uzayıp giderdi sorular… Zamanla adı sanı unutulmuş bunu üzerine bir isim olarak giyinmişti.
Belki de hiç olmak istiyor bir varlık emaresi taşımak istemiyordu bu dünyada.
Bir ismi, bir nişanı olsun istemiyordu. Hatta “İzim bile kalmasın” diyordu.
Bu fani dünyadan gelip geçtiğinin bile unutulması arzusundaydı.
…
KİMİLERİNE hiçlik dayanılacak bir şey değilken o hep hiç olmak emeli güdüyordu.
İşte sorun tam da burada başlıyordu.
Benden geriye bir şey kalmasın derken tersine bir durum gelişmişti. “Hiç” adında müthiş bir varlığa bürünmüştü.
Vardan daha çok var olma hırsıydı altta yatan.
Hiç derken farkında olmadan hep varlık izhar etmişti.
Adı hiç olan onlarca dünya elbisesi giyinmişti.
Yüzüğünde hiç yazıyordu.
Kolyesinde yine meşhur bir hattatın elinden ustaca çıkmış hiç hattı bulunuyordu.
Tesbihinin imamesinde aynı şekilde hiç yazıyordu.
Giydiği Küba Devlet eski başkanı Fidel Castro şapkasının ön kısmında bile hiç yazıyordu.
Kendine mahsus minik ve barakamsı evinde de her yan eski ve yeni yazıyla hiç levhalarıyla doluydu.
Kullandığı ajandalarda da durum aynıydı.
Kısacası ne yana baksa görülen bir hiç yazısı söz konusuydu.
…
PEKİ, bu kadar varlıkla kişi hiçliğe erebilir miydi?
Yazının hiç olması kişinin benliğinin de hiç olduğu anlamına gelir miydi?
Esasen durum böyle değildi.
Yokum dedikçe varım diye bağırıyordu benliği…
Hiçim dedikçe ne kadar çok şey olduğunun çığlığı yayılıyordu etrafa.
Anlaşılıyor ki, bu bağırmakla olmuyor. İlan etmekle elde edilmiyor. Duvar yazıları gibi etrafa korsan yazılar yazmakla gerçekleşmiyor.
Hiç olma iddiası tam bir varlık iddiasıydı. Olan sadece zarfın değiştirilmiş olmasıydı.
Yokmuş gibi davranılarak varlık iddiasından bulunulmasıydı.
Ve bu bir tersyüz etme uyanıklığıydı.
Bunu şuurlu mu yapıyordu yoksa kapıldığı bir felsefenin kendisini savurması mıydı, bilemedim.
…
ALLAH’IN indirdiği ve Fahr-i Kâinat Efendimizin duyurduğu dinimizde bu felsefe yani yokmuş gibi yaparak var olma anlayışına kaynak bulmak mümkün müydü?
Bizden istenen yok olmak değil, kul olmaktı.
Bizden beklenen kişiliğini oturtup, kendilik bilincine ulaşarak oluşturulacak insan haysiyetine uygun olarak hulusu kalp ile inanmaktı.
Sorumluluk alıp bu şuurla hayata anlam katmaktı. Mücadele etmekti.
Ayrıca Rabbimizin var kıldığı ve mükellef tuttuğu, belirli bir vazife ile gönderdiği insanın kendini hiç olarak görmesi tüm bunları görmemek anlamına gelmiyor muydu?
Mesele hiç olmak değil vahyin istediği ölçülerde var olmaktır. İnsan olmanın sorumluluklarını alarak… Potansiyelini açığa çıkararak… İsmi hasını idrak ederek… Kibre girmeden, tevazu ile, kulluk çizgisinden sapmayarak…
…
BİRGÜN yolu bir ârifin eşiğine düşmüştü.
Sual edilince kendisini nasıl tarif edeceği hususunda sıkıntıya düşmüştü.
Bu bile varlık derdiydi. Fazla marazlanmasına gerek kalmadı. Duyduğu ilk söz şu olmuştu:
“Evladım, bitir şu hiçliği!”