UĞUR CANBOLAT
AFYON’UN Emirdağ’ında dünyaya gelmişti. Dedesi buraya Yozgat’tan göç etmişti. Hiç uyum sorunu yaşamamışlardı. Vatan, bayrak ve inanç gibi konularda ortak bir duyuma sahiptiler. Bu aynı zamanda ülkü birliği anlamına geliyordu. Ortak yaşam amacı bulmak bu zamanda hiç kolay değildi. Bırak konu komşuyu, ahaliyi artık aynı evde olanlar bile farklı anlayışların temsilcisiydiler. Hayalleri bir değildi. Sevinip üzüldükleri hususlar bile giderek ayrışıyordu. Hâl böyle olunca aynı evin içinde her an birbiriyle çatışılabilecek bir potansiyel yedekte duruyordu. Sadece geriye ateşlenmesi kalıyordu.
…
MESRUR çalışkan bir delikanlıydı. Yorulmak nedir bilmezdi. Elinden her şey gelirdi. Evde ve bahçede ne varsa hepsi onun maharetli ellerinden çıkmıştı. Eve hiç usta çağırmazlardı çünkü buna ihtiyaç duymazlardı.
Liseden sonra ilahiyat okudu. İlk hocası dedesiydi. Adı Münir idi ama herkes onu Kadı Efendi şeklinde ünlerdi. Büyük dedeleri aslen Kahramanmaraş Elbistanlıydı. Adana’da kadılık yapıyordu. Medrese tahsili kuvvetliydi. Yaşadığı dönemde meydana gelen kıtlık sebebiyle bir süreliğine Yozgat’tan gelen Kafkas kökenli bir ailenin güzel kızına gönlünü düşürmüştü. Talip oldu. Aile düşünüp taşındı. Günün şartlarına göre ulaşım zorluğu sebebiyle tek kızlarını bir daha göremeyecekleri kaygısıyla bırakıp gitmeye gönülleri elvermedi. Durumu nezaketle izah ettiler. Konuyu değerlendiren Kadı Efendi tersini önerdi. Kabul gördü. Yozgat’ın o dağ köyüne geldi. Evlendi. Caminin bahçesine medrese kurdu ve civar köylerin çocuklarına dini eğitim verdi ve çokça âlim yetiştirdi. Daha sonra Emirdağ’ına göçtüler. Kendisi burada doğup büyümüş. Dedesine benzediği ve ilim aşkı da onu çağrıştırdığı için Kadı Efendi şeklinde sesleniliyordu. Zamanla kendisi de durumu kabullenmişti.
…
HAYATI sık değişikliğe uğruyordu. Evvela Üsküdar Bulgurlu Namazgâh camisinde kısa süre imamlıktan sonra öğretmenliğe geçiş yapmıştı. Üç yıldan fazla devam edememişti aradığı doyumu bulamadığından. Memleketine döndü serbest ticarete atıldı. İşi sebebiyle seyahate sıkça çıkıyordu. Yokluğunda kardeşi işleri iyi idare ettiğinden bulduğu fırsatları değerlendiriyor ve bir seyyah gibi davranıyordu. Gördüğü yerleri fotoğraflayıp notlar alıyordu. Kültür dokusundan damak tadına kadar ne varsa hepsini büyük bir titizlikle ele alıyordu.
Mesrur neşeli ve mutlu bir yapıya sahipti. Saftı. Kimseden kötülük ummazdı. Bunu yakıştırmayı ayıp sayardı. Başkalarına bu seviyede güvenmenin kendisine menfi geri dönüşleri olmuyor muydu, oluyordu. İstismar edildiği çoktu ama o yine de muhatabın ayıbını onun adına düşünüp “Mecbur olmazsa yapmazdı” gibi savunularla makulleştirip isminin mucibince mesrur olmaya, sevincini kaybetmemeye, memnuniyetini devam ettirip ve mutlu olmayı sürdürüyordu.
İsterseniz buna avunma deyin isterseniz insanlara ayıp yakıştırmama hâli deyin ama durum buydu.
…
MÜKEMMELİYETÇİ bir kişiliğe sahip olsa da bu hususta sonsuz bir kredisi vardı. “Cennet kayıplı yaşam kimseye yakışmaz” diyerek kendisini savunurdu. Şahsına yanlış yapanların problemlerini çözerek, sözün sihrini konuşturduğu sohbetlerle onları bu ayıplı halden çekip çıkarmaya çalışırdı.
Planlı bir kişiydi Mesrur. Spontane hareket etmezdi. O sebeple de sürprizlerden de pek hoşlanmazdı. Mantık ön plandaydı bu tarz işlerde. Kalbe mahsus bir mesele varsa bunların tümü tatile giderdi tabi.
Hayatı boyunca arzu ettiği meşru her şeyi yapmış, âni radikal kararlar vermiş birisiydi ama hayatını birleştirip tek yürek olacağı yârenini seçememişti. İnce eleyen sık dokuyan o baş belası mükemmeliyetçiliği sebebiyle muhataplarında hep bir kusur bulmuş münasebetini sürdürememişti.
…
BEKTAŞİ meşrep bir havası vardı. Karacalar köyüne sık sık giderek Hak Halili ve Bacı Sultan Türbesinde gönlünü demlerdi. Burada tanış olup sevdiği Âşık Yoksul Derviş’in hem mütevazı hâlini hem de Ehl-i Beyt kokusunun reşha reşha yayıldığı nefeslerini çok sever dinlemeye doyamazdı. Türbenin bahçesinde oturup gelip gidenlerle muhabbet etmeyi de âdet hâline getirmişti.
İşte ismi ismine benzer Mesrure’yi bu yörede Tufan olarak bilinen tanınmış profesörlerden Muhsin Konuk Hocanın yanında görmüş ve gönlünün akmasını durduramamıştı.
MESRURE müzik öğretmeniydi. Arkadaşı Mehrubanu ile Yoksul Derviş’ten feyz alırlardı. Saatlerce soru sorar cevapları dikkatle dinleyerek not alırlardı. Mesrure içsel olarak çok coşkulu olsa da bu sırada çok ciddiydi. Uzunca bir süre aynı ortamda olsalar bile Mesrur cesaret edip ona birkaç kelam edememişti.
Tam bir iş kolikti Mesrure. Okuldaymışçasına titizlikle notlar alıyordu. Maddi ve manevi enerjisi ise bu ruhani hava sebebiyle tavan yapıyor, akıl, kalp ve ruh eşgüdümle ortak işliyordu.
…
MESRUR kederlenip Mesrure’ye geç kaldığını düşünmeye başlamıştı. Ondan uzak kalmayı daha önce farklı bir konumlandırmayla söylediği “Cennet kayıplı yaşam” olarak tanımlayamaya başlamıştı. Bu noktaya yoğunlaştıkça da saklanmış hasreti artıyordu. Ama Mesrure’nin bundan haberi bile yoktu.
Zamanla yine bu cümlesinde küçük bir değişiklik yapmıştı: “Cennet kayıplı yaşam, ayıplı yaşamdır.”
…
SONUNDA lazım gelen usullere uyularak ilerlendi ve Mesrur, Mesrure’si ile kavuştu. Muhteşem bir uyum içinde hayatı sırtlamaya ve anlam katmaya başlamışlardı. Kayıp ve ayıp artık söz konusu değildi.
Mesrure tam bir aşk kadınıydı. Maharetliydi. Hayatın tüm notalarına usulünce basıyor ve çok güzel sesler elde ediyordu. Yaşamayı seviyorlardı. Tefekkürü esas aldıklarından kâinat kitabını birlikte okuyan iki yâren olmuşlardı. Hayatın sevinilecek, mutlu olunacak yanlarını keşfedip öne çıkararak hem kendileri dibine kadar yaşıyorlar hem de çevrelerine yansıtıp bu saadet halkasına onları da dahil ediyorlardı. Yaşamın olumsuzluklarını gidermede âdete iki uyumlu sihirbaz gibiydiler. Hayatın sırrını bu şekilde keşfediyor ve gönüllerinde buna yer açıyorlardı. Tek tartışmaları “Meşeler güvermiş varsın güversin / Söyleyin huysuza durmasın gelsin” türküsünün Afyon’a mı yoksa Yozgat’a mı ait olduğu idi.
Bu sevimli hikâyenin gerisini ben de bilmiyorum, devamı Muhsin Hoca da…
Ya Selam!
02.08.2025