El İyisi

UĞUR CANBOLAT

BABASINDAN yana şanslı değildi. Babası da babasından yana aynıydı.

Ceberut bir babanın elinden çıktığından bıçak gibiydi. Çift taraflı keserdi. Kısacası bıçak sırtı bir hayatı olmuştu. Söz ne açıdan ve hangi maksatla söylenirse söylensin mutlaka kendine göre yanlış bir damar bulur ve buradan ilerlerdi.

Haksız çıkmazdı asla. Kendine dair güçlü savunmaları vardı. İkna edilmesi imkansıza yakındı. Zaten bu sebeple kimse onun bu tavrında milim değişikliğe sebep olamamıştı.

Müsamaha kavramı lügatte vardı ama onda yoktu. Toleransı eziklik dahası yeniklik olarak görüyordu.

Bu nedenle bırakın özür dilemeyi, nedamet etmeyi, pişmanlık göstermeyi azıcık geri vitesi bile yoktu.

Bastı mı gaza, gider mi, gider bir tipti. Tümü mirastı. Kötü bir miras…

AKŞAM eve geldiğinde babayı anne dahil tüm ev ahalisi kapının yanında dizilerek hazır ol vaziyetinde karşılamalıydılar. Mutlaka mütebessim olmalıydılar ama aşırısı fena olurdu. Paltosu alınır, terlikleri hazır edilirdi. Yemek zaten muhakkak hazır olmalıydı. Ne vakit tam geleceği muğlak olsa da sofradaki yemek sıcaklığını kaybetmemeliydi. Tersi büyük kıyametin kopma sebebiydi. Ki, pek çok defa kopardı.

Yalnız yerdi yemeğini. Kimse onunla sofraya oturamazdı. Bunu hakaret addederdi. Yanında bırakın yüksek sesle konuşmayı fısıltı bile gümbürtünün kopma sebebiydi. Soru sorulamazdı. Ama her soruya kısa, anlaşılır, net cevaplar verilmeliydi ve bu anında olmalıydı.

Tüm bunların yanı sıra başka bir kötü huyu vardı ki, o bir şey istemeden, dile dökmeden ne istediği öngörülmeli ve derhal yerine getirilmeliydi. Bu ise elbette mümkün değildi. Dolayısıyla her akşam ev bir “Azap adası” hâline dönüşürdü. Ailede böyle tiranlık olur mu, demeyin. Bal gibi oluyordu işte.

ÇARPIK bir durum vardı ki, izahı zordu.

Bu nobran, kaba, anlayışsız, kimseyi dinlemeye tenezzül etmeyen kişi dışarıda bambaşka bir posta bürünüyordu. İnadına nazikti. Anlayışlıydı. Hoşgörü elçisi gibiydi. Müsamahayı sonuna kadar gösterir, sıkıntılı durumlar olsa bile alttan alarak bir iş birliği geliştirmeyi başarır ve işi tatlıya bağlardı.

Fedakârdı da aynı zamanda. Komşularının her işine gönüllü koşardı. Çocuklarını servis çeker gibi okullarına bırakıp aldığı çok görülürdü. Biri hastaneye yetiştirilecekse o aracını ambülans gibi kullanırdı. Yetinmez refakatçi olarak kalırdı. Kanatsız bir melekti âdeta.

İŞVEREN ve çalışma arkadaşlarıyla da aşırı uyumluydu. Birisi başının ağrıdığını söylese tereddütsüz onların yerine mesaiye kalır ve bundan hiç yüksünmezdi. Teşekkür etmek isteyenler olduğunda da hemen sözünü keser “Ne demek, elbette kalacağım” derdi.

Mağazalarda tezgâhtarlar severdi. Lokantalarda garsonların gözdesiydi aşırı ince davranışları ve hatırı sayılır bahşişleri nedeniyle. Toplu taşıma araçlarını kullandığında da kendisinden küçük olanlara bile hemen kalkıp yerini verirdi. Hele öğretmenlere ve hocalara karşı aşırı hürmetkârdı. Kasaba camisinin imamı “Burada gördüğüm en hayırsever kişi bu mübarek” derdi. Cennetlik kişi olarak görülürdü.

KİMSE onun bir psikolojik desteğe ihtiyacı olduğunu düşünmedi zira evdeki hâlini bilmediklerinden dışarıya yansıttığı davranışlarına göre hüküm veriyorlardı. Hânesinde olup biteni yemin billah edip anlatsanız, yetmedi “Getirin Kelam-ı Kadim’i el basacağım” deseniz bile nafile. Netice değişmezdi.

Bu durum ev halkının elini ayağını bağlıyordu tabi. Kimseden bir destek isteme fırsatı tanımıyordu.

AMANSIZ bir hastalığın pençesine yakalanmıştı.

Bu duruma üzülseler de tavrında bir nebze hafiflik olabilme ümidine kapılmışlardı ama hüsranla sonuçlanmıştı. Bırakın ipleri biraz gevşetip şiddetin dozunu düşürmesini daha da arttırmıştı. Herkesi eksiksiz başında istiyordu. Kızı bu sebeple işini bile kaybetmişti.

Yaşlılık başa gelince annesi azıcık olsa da sesini çıkarmaya başlamıştı ama o yokken…

Söylediği ise “En iyisi, ev iyisi” idi. Hepsi bu.

ADAM “El iyisi” idi ama ev kötüsüydü. Hatta kötünün kötüsü…

İçeriye kapalı, dışarıya açıktı. İçeride kötü dışarıda iyinin de iyisiydi. Bu sebeple arkadaşım müthiş bir özgüven yıkımına uğramıştı. Başkalarını kıyas edip yücelterek kendisini yerin dibine batırmasını kabul edemedi. Ama başa da çıkamadı. Sadece kendisi babası gibi olmamayı başarabilmek için çabalamıştı.

Yazılarımda ve dostlarla yaptığım sohbetlerde hayatın derin anlamına dair tahliller yapıp çözümlemelerimi dile getirirken dedem ve babamdan bahsetmelerime içerlemiş ve sonucunda bir gün patlayarak “Sen dünyanın en bahtlı adamlarından birisin, senin yerinde olsam başımı hiç secdeden kaldırmazdım” demesi üzerine üstüne gittiğimde bu yıpratıcı hikâyeye şahitlik etmiştim.

Son buluşmamızda istemsiz olarak durumu sorduğumda “Şükürler olsun artık iyiyim” demişti. “Nasıl yani nedamet getirip tövbe ederek helallik mi aldı?” diye sormuştum.

“Hayır tabi ki öldü” dediğinde elim ayağım buz kesmiş ve ne diyeceğimi kestiremeden bocalamaya başladığımı gördüğünde “Sakın taziye dileme, ben hiç üzülmedim öldüğüne” demesi hâlâ içimde bir ince sızı olarak duruyor.

Çar naçar annesini sordum. Onun da kendisiyle aynı düşüncede olduğunu dile getirdikten sonra taziyeye gelenlere babasıyla ilgili olumlu bir şey söyleyememesini aktarmıştı. “Ne dedi peki?” sualime ise “Sadece en iyisi ev iyisi” deyip durduğunu aktardı. Dışarıdan kimse ne demek istediğini anlamamıştı tabi.

Bu dünyada rıza üzere yaşamamak ne kadar acı ve ne kadar hicran verici…

Hem “Ev iyisi” hem “El iyisi” olmak mümkün aslında. En iyisi de bu olsa gerek.

Ya Selam!

25.06.2025

https://www.istiklal.com.tr/el-iyisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir