Kendimde sıfır noktasında bir yetenek söz konusu olsa da bu alanın yolcularını hep merak etmiş ve dikkatle takip etmişimdir. Ortaya çıkan eserleri büyük bir hayranlık ve hayretle izlerim. Uzaktan bakıldığında anlaşılmayan büyük bir evren olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu hususta büyük bir aşkla yıllardır emek veren Kayseri’de kesintisiz eğitim hizmetlerini sürdüren hattat Uğur Nayır Hoca ile hat ve aşk ilişkisi konusunda siz İstiklal Gazetesi okuyucuları için yaptığımız söyleşiyi takdim ederim.
UĞUR CANBOLAT
___
Uğur Nayır kimdir?
-Bundan yarım asra beş yıl kala Kayserinin Pınarbaşı ilçesinde doğdum. İlk, orta ve lise tahsilimi Kayseri’de yaptım. Lise bittikten hemen sonra Diyanet İşleri Başkanlığında göreve başladım ve hâlâ Diyanet personeli olarak görevime devam etmekteyim.
Hat eğitimine ne zaman ve nasıl başladınız, kimlerden ders aldınız?
– Lise dönemlerimde camilerde ve takvim yapraklarında gördüğüm Arapça güzel yazı hep ilgimi çekti. Kendi çapımda bakarak bir dönem yazıları çok amatörce taklit ederek bir şeyler yapıyordum. Okuduğum okulda hocalarımızdan Yusuf Şükrü Şafak hocamın hattat olduğunu ve hat dersi verdiğini öğrenince yanına giderek ders almaya başladım. Lise bitene kadarda hocamla bayağı bir ilerlemiştik. Gençliğin verdiği yetenekle bayağıda yol almıştım. O dönemde hocam beni İstanbul’a eğitim almak için gönderecekti. Bana sadece yol paramı bulmamı söyledi ama yol parasını bulamadığım için gidemedim. Hâlâ o zaman bende acı bir hatıra olarak kalmıştır. Hayatımda iz bırakan başka bir anekdot ise; lise bittikten kısa bir süre sonra İmam Hatip olarak göreve başladım ama derslerime devam ediyordum. Hocamın tayinin Maraş Sütçü İmam Üniversitesine çıkmasından sonra uzun bir süre istemeden ara verdim. Aradan geçen bu uzun zaman benim fetret devrimdi. On yıl sonra hocam tekrar Kayseri’ye dönünce derslere yeniden başladık. Birkaç yıl sonra hocam derste İstanbul’a gideceğim dediğinde başımdan kaynar sular dökülmüştü. Dayanamadım soru sormak için izin istedim.
– Hocanın öğrenci üzerinde hakkı var mı?
–Evet, var dedi.
– Peki, öğrencinin hocası üzerinde hakkı var mı?
– Evet, var dedi.
– Öğrenci olarak eğer üzerinizde bir hakkım varsa zehir zıkkım olsun dedim. Şaşırdı böyle bir şey beklemiyordu.
– Neden böyle söyledin deyince;
– Hocam siz Maraş’a bir gittiniz bu gidişiniz on yılıma mâloldu. Eğer İstanbul’a giderseniz bir on yıl daha bekleyemem. Eğer giderseniz hakkım varsa zehir zıkkım olsun dedim. Sonuçta hocam çeşitli sebeplerden dolayı İstanbul’a gidemedi. Böylece eğitimimiz devam etti. Eğitimimin sonlarına doğru hocam beni İstanbul’da Mahmut Şahin hocaya yönlendirdi. Mahmut Şahin hocam da iki yıllık bir eğitimden sonra kendisinden icazet almaya hak kazandım. Böylelikle öğrencilik dönemim bitmiş ve artık hoca oldum. Yaklaşık on küsur yıldır halka açık ücretsiz ders vermekteyim. Bu dönem içinde üç öğrencime icazet verdim. Bu şekilde ders vermeye devam etmekteyim.
Hocam hat nedir?
Hat nedir sorunuza ben kendime ait bir dörtlükçe cevap vererek giriş yapayım.
Bir nokta ile başlayan, Bir nokta ile sonlanan
Sonlandığı noktadan / Nokta, nokta sonsuza uzanan
Yolculuğun adıdır yaşanan
Bundan sonra anlatacaklarım hattın teknik bilgi tarafından ziyade şahsım adına hissettiğim duygular olacaktır. Hat bir yolculuktur.
Nasıl bir yolculuk?
-İçten içe giden bir yolculuğun adıdır. Aynı tasavvuf gibidir. İçten içe giden bir yolculuktur. Kendini tanımayı, görmeyi, gördüğünü ifade etmeyi, hatanı kimse sana göstermeden görmeyi öğreten bir yoldur. Elin dili, dilin eli yani ruhun mühendisliğidir.
Hat bir matematik midir?
-Hat matematiktir ama bildiğimiz matematik değil. Bunu şöyle örnek vererek anlatayım.
Dünya matematiğinde iki çarpı iki eşittir dört deriz.
Ahiret matematiğinde ise iki çarpı iki dört etmez. Bazen sıfır bazen yetmiş bin ya da daha fazlası.
Biraz daha açmak mümkün müdür?
-Hüsn-i Hattın matematiğinde çarpan, bölen, çıkaran hoca ve öğrencinin muhabbetidir. Muhabbet varsa sonuç birdir. Ders kötüde olsa birin yanına ne kadar sıfır eklerseniz ekleyin birin değerini artırırsınız.
Yani iş gelip muhabbete mi dayanıyor?
-Evet. Muhabbetiniz yoksa sonuç sıfırdır. Sıfırın yanına ne kadar bir eklerseniz ekleyin sıfıra değer katmaz.
Peki, bu muhabbet başlangıçta olup ardından biterse ne olur?
-Muhabbetle başlayıp sonra muhabbeti kaybedersen birin yanına bir virgül atmış olursun. Virgülden sonra hangi rakamı ne kadar çok yazarsınız yazın iki etmez. Yani az önce söylediğim gibi sonuçta bu işin çarpanı böleni çıkaranı toplayanı MUHABBETTİR.
O halde nedir bunun kaynağı?
Muhabbetin kaynağı inancımız ve Peygamberimizdir. Bana göre hattat derviş gibidir. Bu sözleri söyleyince aklıma bu âcize ait dörtlükler geldi onları da söylemek isterim.
Muhabbetten oldu Ahmed /Ahmedden öğren muhabbet
Sıdk ile yolunda sen sebat et / Muhammedsiz derviş mi olur.
Ahmedim ölmeden önce ölesin / Selimim şu canı canana veresin
Ondan gayri yok iyi bilesin / Varlık güdenden derviş mi olur
Anladığım kadarıyla siz hat sanatını aşk ile eş tutuyorsunuz, öyle mi?
-Evet. Aşk ile dağlar aşılır, akıl ile düz ovada şaşılır.
O halde aşk ve sabır diyebilir miyiz bu yolculuğa?
-Kesinlikle diyebiliriz. Basit bir çöpün kaleme, kalemin ustanın elinde şahesere dönüştüğü kimyadır. Yolculuk uzun ve sabır gerektirir. Herkes bu yola çıkar ama içlerinden ancak bir kaçı kalır yahut kalmaz.
Örnek verebilir misiniz?
-Elbette. On beş yıldır ders veriyorum, hocalık yapıyorum. Ders vermeye başladığım günden beri binlerce insanla muhatap oldum ama bunlardan sadece üçü bu yolda sona gelip icazetini alabildi. O yüzden derse ilk başlayan öğrencime şunları söylerim. Çok sabır, çok tekrar, çok istikrar, sonrasında AŞK.
Tekrar bu sanatta vazgeçilmez o halde?
-Çok doğru, kesinlikle öyle. Öğrenci bir harfte olgunlaşmak için o harfi doğru şekilde otuz bin kez tekrar etmelidir. Alfabedeki bütün harfleri ve o harflerin başka harflere bağlantılarını da hesap ederseniz bu işin içinden hesapla çıkamazsınız. Bu iş aşka dönüşmeden kişi hedefine ulaşamaz. Ne demişler aşk ile dağlar aşılır, akıl ile düz ovada şaşılır.
Bir hattat kolay yetişmiyor demek ki…
-Aynen öyle. Bir hattatın yetişmesi uzun yıllar alır. Eğer deha seviyesinde kabiliyete sahip değilse icazet süresi yaklaşık on yılı bulur. Sanatkâr olması ise icazetin üstüne bir on yıl daha ister eder mi sana yirmi yıl. Bunun için eski hattalar şöyle dermiş; “Allah bana iki ömür verseydi birinde yazmayı öğrenip diğerinde yazı yazsaydım.”
Şimdiye kadar anlattıklarınızdan hoca, onunla meşk, eskilere sadakat yani geleneğe itibar vazgeçilmez, öyle mi?
-Çok doğru. Geleneği olmayanın geleceği olmaz.
Eğitimimiz geleneklidir. Yani usta çırak, baba evlat ilişkisi içerisinde yürür derslerimiz ve birebirdir.
Bu sadece yazı ile sınırlı değil, öğrencinin yaşayışı da mı önemli?
-Bu çok önemli. Öğrencimin sadece yazıdaki hatasına müdahale etmem, hayatında yaptığı herhangi bir hatası varsa o hatasını da düzeltmeye çalışır en azından uyarırım. Çünkü gelenek böyledir. Bana göre geleneği olmayanın geleceği olmaz.
Hat malzemeleriniz neler?
-Malzemelerimiz, kamış kalem, mürekkep, kâğıt ve insan. Ama insan olacak olmaya gönüllü insan. Bunu özellikle söylüyorum. Benim aldığım eğitimde üstatlarımdan öğrendiğim şey şudur.
İcazet almak zor olsa gerek o zaman?
-Elbette, hiç kolay değildir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; icazet kabiliyete değil ahlaka verilir. Benimde öncelikli hedefim sanatkârdan ziyade insan yetiştirmektir. Özetleyecek olursak hat bir yolculuktur. İnsan olma yolculuğudur. Benim için KALEMİM KADERİM, KADERİM KALEMİMDİR.
HAT SANATININ TARİHÇESİ
Arapça ‘hatt’ mastarından türeyen yazı, çığır, yol anlamlarına gelen hat kelimesi, terim olarak “Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalıp güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsn-i hat)” anlamında kullanılmıştır. Kaynaklarda genellikle cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik anlayış çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek süregelmiştir.
Batıda hüsn-i hat karşılığında calligraphy (kaligrafi) kelimesi kullanılmaktadır. Ansiklopediler kaligrafi sözcüğünü “Güzel yazma, genellikle estetik kurallara bağlı kalarak ölçülü yazma sanatı” şeklinde tanımlamıştır.
Önce Araplar tarafından kullanılan Arap yazısıyla anılan hat, hicretten birkaç asır sonra İslam ümmetinin ortak değeri haline gelmiş ve İslam hattı vasfını kazanmıştır. İslamiyet’ten önceki asırlara ait Arapça kitabeler üzerinde yapılan araştırmalar, Arap yazı sisteminin aslen Fenike yazısına bağlanan bitişik Nebat yazısının devamı olduğunu ortaya koymuştur.
Mekke ve Medine’ye yayılmadan önce ve sonra çeşitli adlar alan Arap yazısı önce cezm adıyla anılmaya başladı. Medine’de Medeni ismini alan yazı zamanla iki üsluba ayrıldı. Dikey harfleri uzun ve sağdan sola meyilli olana Mail, yatay harfleri fazlaca uzatılana Meşk adı verildi. Hz Ali’nin Kufe’yi merkez yapmasından sonra burada büyük gelişme gösterdi ve Kufi adını kazandı. Bu tarihten sonra Kufi sözü, genel bir anlam kazanarak İslamiyet’in doğuşundan Abbasiler devrine kadar Mekki, Medeni gibi isimli yazıların yerine de kullanıldı.
Kufi’nin kullanılması Abbasiler zamanında 150 yıl sürdü. Abbasilerin Bağdatlı meşhur veziri ve hattatı olan İbn Mukle (ö.940) sahip olduğu geometri bilgisi sayesinde yazının ana ölçülerini tespit eden bir sistem ortaya koymaya muvaffak oldu. Harflerin güzelliği için nokta, elif ve daireyi standart bir ölçü olarak kabul etti. Bu ölçüler dahilinde muhakkak, reyhani, sülüs, nesih, tevki ve rika adında altı çeşit yazının usul ve kaidelerini ortaya koydu. Bunların tamamına da aklam-ı sitte denildi. Bu altı çeşit yazı, bir asır sonra yine Bağdat’ta yetişen Arap asıllı Hattat Ali B. Hilan (ö.1032)’in eliyle inkişaf etti. Gelişme yolunda her geçen gün biraz daha ilerleyen yazı, 200 sene sonra Abbasi Halifesi Yakut El-Musta`sımi’nin (ö.1298) gayretiyle daha belirgin kaidelerle güzelleşti.
Abbasilerin, 1258 yılında tarih sahnesinden silinmesinden sonra yazıda üstünlük Türk ve İranlı hattatların eline geçti. İranlı hattatlar aklam-ı sitteyi kendi anlayışlarına göre yazdılarsa da Yakut’un üslubundan ayrılmadılar. Osmanlı Türkleri ise hat sanatında erişilmesi mümkün olmayan üstün bir ekol kurdular. 16. yüzyılda Osmanlı-Türk hattatlarının babası sayılan Şeyh Hamdullah aklam-ı sitte’ye o zamana değin ulaşılamayan bir güzellik ve olgunluk getirdi. Şeyh Hamdullah (ö.1520) devrinde aklam-ı sitteden sülüs ve nesih Türk zevkine uygun geldiği için süratle yayıldı ve Mushaf yazımında sadece nesih hattı kullanılmaya başlandı. Şeyh Hamdullah’tan sonra yetişenler onun gibi yazma gayretiyle hareket ettiklerinden hattatların başarısı ‘Şeyh gibi yazdı’ veya ‘Şeyh-i sani’ sözüyle anılır oldu. Bu durum 150 yılı aşkın bir süre devam etti.
17. yüzyılın ikinci yarısında Hafız Osman, Şeyh Hamdullah’ın üslubunu bir elemeye tabi tutarak kendine has bir hat üslubu ortaya koydu. Hafız Osman’ın hat sanatına açtığı çığır bütün haşmetiyle sürüp giderken bir asır sonra İsmail Zühdü ve kardeşi Mustafa Rakım, onun yazılarından ilham alarak kendi şivelerini oluşturdular. Mustafa Rakım, sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi celi sülüste de özellikle istif mükemmeliyetiyle bütün hat üsluplarının zirvesine çıktı ve Hafız Osman üslubunu sülüsten celiye aktarmasını başardı. Mustafa Rakım’dan sonra gelen celi üstadı Sami Efendi, İsmail Zühdü’nün sülüs harflerini celiye tatbik ederek Mustafa Rakım Efendi’nin yoluna yeni bir yön vermiştir.
İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra hat sanatının ölümsüz merkezi olmuştur. Bütün İslam dünyasında tartışmasız kabul edilen bu gerçek en güzel biçimde şu sözlerle ifadesini bulmuştur: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Bütün İslam alemi hat sanatını öğrenebilmek için İstanbul’a koşmuştur.
Ekol olmuş Türk hattatlarının bazıları; Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisari, Hafız Osman, Mustafa Rakım, Mahmut Celaleddin Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’dir.
05.07.2023