UĞUR CANBOLAT
HAYAL etmeyi severdi.
Öncesinde kalbinden zihnine aktarımlarda bulunur buradan da eline kağıdı kalemi alarak resmederek somutlaştırırdı.
Geceler boyu yıldızlara anlattığı çok olmuştu.
Cümle âlem tatlı uykusunda yatıp uyurken o sonraki günlerinin hayallerini besleyip büyütmekle meşgul olurdu.
Kimseler onun bu yönünü bilmezdi elbette.
Avare bir zavallı meczup muamelesi yaparlar, sorduklarıyla saatlerce konuştursalar bile itibar etmedikleri gibi yer yer alaya alır makara çevirirlerdi.
Eğlenceleri olurdu kısacası ahalinin…
O, bunu hissetmez miydi, bilmez miydi peki?
Bilirdi elbet, bilmez mi hiç. Ama yine de karşı tarafı mahcup etmek istemez, ciddiyetinden taviz vermez, onların aşağılayıcı üslûplarını görmezden gelerek aynı sorulara defalarca samimiyetle cevaplar verirdi.
…
“YILDIZCI” derlerdi ona, böyle ünlerlerdi.
Fal zannetmeyin sakın. Öyle işlerle uzaktan bile alakası yoktu.
Remil atmak, kitap açıp tefeül bakmak gibi hususlardan uzak kalmak bir yana asla hoş karşılamazdı. Bunu Kur’an-ı Kerim veya dini sayılan kitaplar üzerinden yapılmasına da müsamaha ile bakmaz hiddetlenirdi.
“Allah’ın anlamamız için gönderdiği vahyi fal kitabına çevirdiniz bre eblehler” diye çıkıştığı çok olmuştu ama dinleyen yoktu.
Kendisine “Yıldızcı” denilmesinin sebebi bambaşkaydı.
Tıfıl yaşlarından itibaren gecenin bir vaktinde tenha bir yere tüner yıldızlarla kırk yılın ahbabıymışçasına hasbihal ederdi.
Yıldızların kendisini anladığını düşünür her gece önceki geceden kaldığı yerden yârenliğini sürdürürdü.
Bu durumuna agâh olan biri meseleyi tüm köye yayınca gizlice arkasına saklanıp hiç ses etmeden onu dinlerlerdi. Elbette daha sonra yapılan bu saklambaç durumunu fark etmiş ama ne kendisi ne de ahali bu durumu açık etmeden yaşayıp gitmişlerdi.
Tâbir oradan yani.
…
DÜRÜST ve ciddi bir mümin idi.
Dili duasız, gönlü şükürsüz olanlardan değildi.
İstediğini aracı koymadan Rabbinden isterdi.
“Talep benden cevap kendisindendir” der meseleyi yerli yerinde değerlendirirdi.
Yıldızlarla halleşmesinin ne kadar doğru olup olmadığı konusunda tereddüde düştüğü de olmuştu ama Allah’ı şikâyet ettiğini düşünmediğinden takıntı hâline getirmemişti.
…
KIRGINDI hayata esasen.
Bu kadarını da “Kul kusurlu olur elbet” ilkesine bağlıyordu.
Neye el atmış ise âdeta taşa dönüşmüştü, bunu görüyordu.
Ne ektiği ekin bitip başağa durmuş ne de fidan oluşundan beri hasretle gözlediği vişne ağacı meyveyle buluşup onu sevindirmişti.
Özene bezene emek verdiği bağı ise çoktan dağa dönüşmüştü.
Her şey elinde kalıyordu, yine öyle olmuştu.
…
SEVMİŞTİ.
Şiddetli bir sevgiydi bu üstelik.
Ama sevilmemişti. Yüreğinin hiç durmadan kanayan yarası buydu. Hayâsından dolayı bunu kimseye açmazdı. Çok bunaldığında ise “Bir kulunu çok sevdim, o beni hiç sevmiyor” türküsünü kendince güzel olmayan sesiyle asuman ile buluştururdu.
Başkalarından dinlediğim bu hikâyesinden sonra Anadolu’nun ücra bir kasabasında tanışma fırsatını bulmuş beraber yıldızlara kement atmıştık.
Söz harlanıp muhabbetim taşınca samimiyetime sığınarak şimdi bile anlatırken utandığım bir cüretle edep sınırını aşarak “Hep mi hayal kırıklığı be usta?” deyivermiştim.
Hüzünlü bakışlarını üzerime mıhlamıştı.
Nasıl utanmıştım ah nasıl!
“Olsun be yâren olsun… Hayal kırıklığı olsun ama hayâ kırıklığı olmasın.”
Attığım kement aniden kopmuş yıldızlardan yeryüzüne yuvarlanmıştım.
İnsanız, eksikliyiz, elbette hayal kırıklıklarımız olacaktır.
Ya hayâ kırıklığı?
O hiç olmasın işte.
Ya Selâm!
15.11.2023