UĞUR CANBOLAT
İKİ ablası vardı. Altın sarısı ve upuzun saçlarıyla çevrenin her zaman ilgisini çeker kendileriyle âdeta ilgilenmek zorunda bırakırlardı. Anneleri her gün saçlarını farklı modellerle aynı şekilde toplardı. Elbiseleri de aynı renk olduğundan çoğu komşular onları ikiz sanırdı. Yaş farkı bir buçuk sene olunca bunu ayrıştırmak zaten güçtü. Beyaz tenliydiler. Gözleri de kahve rengi ve iriydiler. Sizinle konuştuklarında başka yöne bakma fırsatı vermezlerdi.
Çok uyumluydular. Kavga ettiklerine neredeyse hiç rastlanmazdı. Büyümüşler de sonradan küçülerek mevcut bedenlerine yeniden dönmüş gibiydiler.
Anneleri de güzeldi hakkını vermek gerekirse. Uzun ve ince parmaklara sahipti. Çok pratikti. Onca işi bir çırpıda yapıp bitirirdi sessizce. Gürültüsü patırtısı olmazdı. Geçim ehliydi.
Baba uzuna yakındı. Hafifçe göbeği görmezden gelinirse tığ gibi de denilebilirdi. Mesleği gereği çevikti. O tarihi çarşıda esnaf olmak zaten başka türlü yapılamazdı. Dükkân komşuları tarafından sevilip sayılırdı. İtibar görürdü.
Birgün yan komşuda iki müşteri arasında çıkan şiddetli kavgayı yatıştırmak üzere müdahale etmek istediğinde o gözü dönmüş öfkeli kişiler tarafından ne yazık ki darbeye maruz kalmış ve yıkılıp düşerken başını tezgâhın mermerine çarptığından beyin kanaması geçirmiş ve kurtarılamamıştı.
…
BEKLEDİKLERİ erkek evlat bu olaydan dört ay sonra dünyaya gelmişti.
Babasıyla tanışma imtiyazına sahip olamamıştı. Garip kalmıştı. Kanadı kırıktı.
Aile birbirine tutunmayı bildi. Güç topladılar. Yıkılmadan yaşamın zorluklarına karşı direndiler.
Babaanne çok dirayetli bir kadındı. O da erken denecek bir yaşta emniyette üst kademe çalışanı olan eşini bir çatışmada yitirmişti.
Bir şehit eşi olarak dik durdu. Bu şerefi iftiharla taşıdı. Diğer iki oğlu baba mesleğini sürdürürken bu çocuğu yine aile geleneği olan tarihi çarşıda esnaf olmayı tercih etmişti.
…
DOĞUMUN üzerinden bir ay geçmesine karşın henüz isim koyamamışlardı. Annesi ona uygun bir isim bulamadı. Bir ara çocuğa babasının ismini vermeyi düşündü ama olumsuz etkisi olabileceği kaygısıyla vazgeçti. Ayrıca her seslenişinde kendisinin içinin de kıyım kıyım kıyılmasından ürktü. Bu iş kavin valideye düşer diyerek kucağındaki çocuğu getirip ona vererek “Anne bu çocuğun ismini sen verir misin?” ricasında bulundu.
Babaannenin “O benim için mümtaz bir misafir, üstün bir emanet” dediği duyuldu. Böylece adı “Mümtaz” oldu.
…
ASKER OCAĞINDA tanıştım kendisiyle. Anlattıklarım oradan…
Çok sevdik birbirimizi. Kader birliği yaptık. Gönüllerimizi birledik. Ekmeğimizi üleştik tatbikatlarda. Harçlığımızı bölüştük. Gözyaşlarımızı sildik. Neşet Ertaş ustanın türkülerinde ölüp ölüp dirildik. Afyon Emirdağı türkülerini onunla sevmiştim. Isparta’nın Davraz dağına doğru dönerek “Karahisar kalesi yıkılır gelir” türküsüne birlikte ses verdik. Kısacası her açıdan koruduk, kolladık birbirimizi. Yorulmamıza, düşmemize fırsat vermedik.
…
GECELERİ yoğun askerlik günlerinin yorgunluklarını başka bölüklerin erat çadırlarına sızarak sipariş ettiğimiz demlik demlik çayların eşliğinde tanınmamanın verdiği rahatlıkla attık. Döküldük birbirimize. Yâren olduk. Gönlümüzü yol eyledik, yolumuzu bir belledik. Babamdan gelen ilk satırında “Ey kahraman Türk askeri” hitabıyla başlayan mektupları açmadan evvel kendisine verirdim ki, ne sevinirdi. Görüp tanıyamadığı kendi babasından gelmiş gibi sevinir yüzüne gözüne sürer gözlerinden yaş gelirdi. İki eli arasında âdeta ısıttığı mektubu bir süre sonra açar ve bana okumaya başlardı. Kendi babasını tanıyamamıştı ama benim babamı tanımış ve babası bellemişti.
…
MÜMTAZ gerçekten mümtazdı. İmtiyazlıydı. Yüce gönüllüydü. Sevdi mi ölümüne severdi. Kaçağı yoktu. Hilesi hurdası bulunmazdı. Açık sözlüydü. Bir şey saklamayı, lafı dolaştırmayı bilmezdi. Tenezzül de etmezdi. Yüksek ruhluydu. Onun hep seçilmişlerden olduğuna inanmıştım. Üstün tutulduğundan ruhu kirlenmemişti. Kalbine yalan yakıştıranlardan olmamıştı. Ayrı ve özel bir yeri vardı.
Müthiş bir temyiz gücüne sahipti. Katışık olana itibar etmezdi. Temiz olanı tercih ederdi. Şüphe bile barındırsa ondan sakınırdı. Ticaretinde de buna önem verirdi. Olumsuza değil olumluya odaklanarak engelleri aşıp başarı yolunda ilerlerdi. Tevazu perdesi altında saklıyor olsa da yüksek ve pratik bir zekaya sahipti. Algı seviyesi yüksekti. Yanlışın kokusunu uzaktan alırdı. Denge dışında davranışlardan kaçınırdı. Motivasyonu hep yüksekti. Enerjisi başkalarını da harekete geçirirdi. Babasına çekmişti yani.
Aslında tüm bunlara rağmen ketumdu. Az konuşurdu. Duygularını kolayca açığa vurmazdı. Birbirimizin selam dairesine girdikten sonra durum değişti. Meziyetleri aşikâr oldu.
Nenesi boşuna vermemişti bu ismi. Duası kabul olanlardandı belli ki…
Tüm dezavantajına rağmen o seçkin olmayı, imtiyazlı kalarak mümtaz olmayı başarmıştı. Yârenlik ettiğimiz sıralarda bende babaannesi gibi seslenirdim kendisine: “İmtiyazlı Mümtaz.” Kabul etmezse küfran-ı nimet olacağını bildiğinden inkâr edemez ve hafifletmek için “İmtiyazım sensin kurbanım” derdi.
İnsan olmanın, inanmış olmanın, Efendimize ümmet olmanın imtiyazını kaybetmeyip onun gibi mümtaz olmak niyazıyla…
Ya Selam!
08.04.2025