UĞUR CANBOLAT
YOKSUL bir aileye doğmuştu. Beş ağabeyin küçüğüydü. Kız çocuklarına önem verilmeyen bir çevrede en küçük kardeş olmanın ekstra bir zorluğu söz konusuydu. Her iş ona yükleniyordu. Sabahın erken saatlerinde herkesten evvel kalkıyor ve gecenin ilerleyen vakitlerine kadar canını dişine takarak çalışıyordu ama anne babası dahil kimseye yaranamıyordu.
Öz şefkat yoksunluğu söz konusuydu ve empatinin ilk harfinin kokusu bile duyulmuyordu. Affedicilik ise ailenin dış avlu kapısından dahi girmemişti.
…
KEZBAN tüm bunlara rağmen ortamı iyi yönetmeye çalışıyordu. Bir nevi gizli muhtar veya kâhya gibiydi. Ancak bunu ustaca bir stratejiyle yapmak zorundaydı zira kimse evin en küçüğü bir kızdan emir almayı kabullenmezdi. Bunu zül sayarlardı. Kendilerine yediremezlerdi. Bu sebeple Kezban yönetiyor görünmeden yönetmeye mecburdu. Her işi vaktinde ve başarıyla yapmasıyla bu sonucu alıyordu ancak sıklıkla tükenmişlik sendromuna yakalanıyordu.
Üzüntü ve sevinci genellikle aynı anda iç içe yaşıyordu ancak üzüntü sağanak gibi üstüne yağarken sevinci kendisi üretmek zorundaydı. Evde kimse yoksa kendisine yaptığı şekersiz bir kahve eşliğinde Musa Eroğlu’nun dilinden şöhrete kavuşan “Bana yazdan bahardan/ Bana ne borandan kardan” türküsüne tutunarak takmamama çalışırdı. Güya sıkıntılarını kovuyordu. Avunuyordu. Sevinci bundan ibaretti. Bir de bahçede yetiştirdiği güllerle kendince yaptığı gizli hasbihali vardı. Hepsi bu kadardı.
…
OKUMAYI severdi Kezban ama evde okumak yasaktı. Zaten okula gönderilmemişti. Kendi gayretleriyle bir günah işler gibi tenhalarda bulduğu dar vakitlerde okumayı sökmüş ve ilerletmişti Ele geçirdiği kitapları yine samanlıkta iş görürken kendinden çaldığı zamanlarda yapardı. Romanları tercih ederdi zira burada kendini bazı kahramanlarla özdeşleştirir ve bambaşka bir hayata adapte ederdi. Samanlıktan gözleri kızarmış vaziyette çıkana kadar sürerdi hepi topu.
…
KIPKIZIL saçları vardı. Güzel ve alımlıydı. Yürüyüşü dikkat çekiciydi. Yetiştiği hânenin tersine oturup kalkmasını bilir, sözünü nerede nasıl söyleyeceğini iyi hesap ederdi. Uyumluydu. Barış yanlısıydı. Kavgaya tenezzül etmeyecek kadar yüksek bir ruha sahipti. Sakin kişiliği insana huzur verdiği gibi kişide bir sükûnete de sebebiyet verirdi. Sesini yükselttiğine hiç rastlanmamıştı. Güvenilirdi. Sır saklardı. Âdildi. Objektif yaklaşırdı her meseleye. Kalben saf olduğu kadar bedenen de temizdi, paktı, giyimine titizdi. Ancak aşırı disiplinli ve dışarıya kapalı bir ailede yaşadığı için onu görüp bu özelliklerini fark eden olmamıştı. Bu durum kendisine eksikliğini, tamamlanmamış olmayı hatırlattığından zaman zaman ümitsizlik girdabına sürüklediği oluyordu ama üzerinde çok düşünmenin bir çıkış yolu sunmadığına inandığı için boş vermeyi öğrenmişti.
…
KIRK yıl köylerinde ahaliden aldığı buğdaylar karşılığında imamlık yapan hoca vefat etmiş ve iki sene cami imamsız kalmıştı. Muhtarın gayretleri neticesinde bir tayin gerçekleşti. Yeni mezun genç bir imam göreve başladı. İlk akşamında henüz düzenini kurmadığı için babası eve yemeğe davet etmişti. Kezban ilk defa dışarıdan birini görmüştü. Bunun bir dönüşüm sebebi olabileceğini hisseti. Elinden geleni yaptı. Bostandan yeni kopardığı taze yeşillikler eşliğinde harika bir sofra donattı. Hizmet etti. Eli de lezzetliydi zaten.
…
KÖYE taze bir ruh ve heyecan gelmişti.
Şaşırtıcı şekilde herkes imama yardım ediyor, caminin nicedir unutulan ihtiyaçları itirazsız gideriliyordu. Bu süreçte akşam sofralarına davet arttı. İmamın ikinci adresi gibi olmuştu. Zamanla gönülleri de gözleri gibi birbirini gördü. Aktı.
Çok uzamadan annesi babası yaşlı ve uzakta olduğu için muhtar ve ihtiyar heyeti vazifeyi yüklendi ve hayırlı bir iş için yine bir akşam vakti kapıyı çaldılar.
Allah’ın emri Peygamberin kavli veçhiyle Rıza Hoca için Kezban’a talip oldular. Şaşırtıcı olsa da hemen hüsnü kabul gördü ve aynı akşam yüzükleri takıldı.
…
İMAM Rıza ile Kezban çok geçmeden yuvalarını kurdular. İki yıl sonra da kasabaya tayinleri çıktı ve köyden taşındılar.
Rıza eşinin hikâyesine vakıf olmuş, ruhunun nasıl örselendiğini fark etmiş, gönlünün incinmiş olduğunu her ne kadar eşi aşikâr etmemeye çalışsa da derinden hissetmişti. Tüm gücüyle onu kalkındırmaya kendini adamıştı. Gözünün içine bakıyordu. Sevgisiyle olduğu kadar şefkatiyle de ruhunu sarıyordu. Onu razı etmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyordu. Allah’ın rızasını kazanmanın buradan geçtiğine inanıyordu. Rabbinin kendisine en yakın zuhurları olan kişilerin gönül rızalığını alarak bu mertebeye ulaşacağına emindi. Memnun olmanın memnun etmekten geçtiğini biliyordu. Azim ve kararlılığını buraya yöneltmişti. Enerjisini bu alana teksif ettikçe dinginleştiğini görüyor bu duyguyu da Allah’ın rızasının kalbine düşen rahmet damlaları olduğunu hissediyordu. İkisinin hayatın zorluklarına karşı sabrı birleştiğinde birbirine tutunmaları artıyor, anlayışları derinleşiyordu.
Sezgileri açıktı. Muratları söze dökülmeden gönül sinyallerini alıyor ve hemen yerine getiriyorlardı.
Kezban baba evinde çektiği sıkıntıların mükafatına erişmişti. Gecikmiş ödüllerini alıyor, sabrın yemişlerini topluyordu. Üzüntüleri izale olmuş, değersizlik duygusundan eser kalmamıştı. İki çocukları oldu. Tüm gayretleriyle onları iyi yetiştirmek için çabaladılar. Okuttular. Hayata hazırladılar.
…
EMR-İ HAK vâki oldu. Rıza hayatın öte yakasına kanatlandı. Defnettiler. Hayır dualarını yükselttiler.
Çocuklar bir süre sonra mezar taşı yapacaklarını annelerine söylediklerinde onlara “Mütemmim İmam Rıza” yazdırmalarını istemişti.
Mütemmim; tamamlayan, bütünleyen demekti. Kezban onunla tüm eksiklerini tamamlanmıştı.
Ve Rıza’dan razıydı.
Ya Selam!
28.05.2025