NE MAHRUMİYET NE MAHCUBİYET

UĞUR CANBOLAT

RABBİMİZİN bizlere bahşettiği lütuf ve imkânlardan kendimizi mahrum etmemeliyiz.

Bu kişinin kendisine zulmetmesidir.

Akıl alır bir iş değildir.

Zira mahrumiyet sonunda mahcubiyeti getirmektedir.

İnsan mademki düşünen bir varlıktır ve değerini buradan almaktadır.

O halde ihmal edilmemelidir.

BEDEN için nefes almak ihmal edilebilir mi, önemsiz sayılabilir mi?

Asla sayılamaz çünkü bunsuz hayatta kalınamaz.

Peki, bedenimiz için kabul etmediğimiz ve mantık dışı gördüğümüz bu anlayışı neden ruhumuz için geçerli saymıyoruz?

Bedeni mahrum edemediğimiz bir nimeti ruhumuza reva görmemiz yaman bir çelişki değil mi?

Ve sonunda mahcubiyeti icap ettirmiyor mu?

Nefesin sadece maddi bedenimiz için gerekli olduğu yanılgısını daha ne kadar sürdüreceğiz?

Eğer bu konuyu idrak edip geri dönmeye karar vermişsek bu defa cevap bulmamız gereken sualler şunlardır:

Ruhun nefesi nedir? Nereden temin edilir? Kaç doz kullanılır?

CENAB-I HAK bize Kur’an-ı Kerim ile hidâyet ediyor.

Nebiler gönderiyor.

Çağrısını iletiyor.

Örnekler veriyor kitabında insanlığın iman macerasına dair.

Peki, bu hidâyet nurundan kendimizi mahrum etmemiz mahcubiyet sebebimiz olmayacak mı?

Hüsranımızla sonuçlanmayacak mı?

Birazcık düşündüğümüzde kolaylıkla bu neticeye varabileceğimiz halde neden Kur’an’a hicret etmek yerine Kur’an’dan hicret etmeyi tercih ediyoruz?

Bu ayıp değil mi?

Yazık değil mi canımıza?

Kendi ateşimizi kendimizin hazırlamış olması mahcubiyetimizi azaltacak mı?

FAHR-İ KÂİNAT Efendimizin bunca zahmetle bizi dâvet ettiği zikre yani vahye uzak durmamız açıklanabilir bir husus mudur?

Hangi mantık terazisi tartar bunu?

Hangi akıl makul sayar?

Hangi gönül hüsnü kabul gösterir?

YARATICIMIZ bizi muhabbetten mahrum etmedi.

Sevebilme ve sevgiyle dünyayı güzelleştirerek yaşanılabilir hâle getirebilme gücü bahşetti.

Peki, biz ne yaptık?

Sevgilerimizi nefsin çöp sepetine atmadık mı?

Çıkarcılığımızın bir pazarlık unsuru hâline getirmedik mi?

Sadece haz derekesine indirmedik mi?

Bu davranışımız esasen kendimizi muhabbetten mahrum kılmak değil midir?

Ve bu, mahcubiyet getirmeyecek mi bize?

MERHAMETTEN mahrum edilmedik ama biz öfkenin atına binerek kendimiz uzaklaşmadık mı?

Kendimize merhameti yasak ederek nefsimizi kızgın küheylanlara dönüştürmedik mi?

“Acırsan acınacak hâle gelirsin” şeklinde yalancı prensipler ihdas etmedik mi?

Merhameti zaaf, kızgınlığı güç olarak kabul edip buna göre eylemler geliştirmedik mi?

Şiddet ile sonuç alan canavarlara dönüşmedik mi?

Sevgi ve saygı görmek yerine kayıtsız şartsız itaat edilmeyi öncelemedik mi?

“Ben ne dersem o” nemrutluğuna soyunmadık mı?

Yani merhametten kendimizi soyutlayarak ruhumuzu mahrum bırakmadık mı?

Ve bu mahrumiyet bir mahcubiyet sebebi değil mi bizim için?

NE mahrum olalım güzelliklerden ne de bu mahrumiyetlerden dolayı mahcup.

İkisi de kalmasın hayatın öte yakasına.

Nimetleri vereni bilelim, takdis edelim, şükrünü eda edelim…

Ve hesap gününde asla mahcup olmayalım.

Son mahcubiyetin fayda vermediğini bilerek mahcubiyetimizi yani nedametimizi, yani tövbemizi öne alalım ve hayatın bu yakasında kendimizi aklayalım.

Bari içine girdiğimiz şu yeni yılda günah ve kusurlarımızdan dolayı Rabbimize karşı yakarmaktan kendimizi mahrum etmeyelim.

Ki, ebedî mahcubiyeti hak etmeyelim.

Ya Selâm!

02.01.2023

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/ne-mahrumiyet-ne-mahcubiyet/730950

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir