RECEP SEYHAN HOCA

UĞUR CANBOLAT

AĞAÇ meyvesinden tanınır.

Ona dair önemli bilgiler verir.

Recep Seyhan Hocayı önce öğrencileri üzerinden tanıdım. Sevdim.

Meyvesi bunlar ise kendisi acaba nasıldır duygusu uyanmıştı içimde.

Sanatçı Seher Alp’a ait Üsküdar’ın efsane muhabbet merkezlerinden biri olan Mai Cafe’de her hafta yaptığımız ve hâlen başka mekânlarda devam eden “Türkülü Muhabbetler” meşklerimizden birine teşrif etmişlerdi.

Yanında olgunlaşmış edebiyat meyveleri olan öğrencileri Sevda K. Deniz ile Gül Tanrıverdi vardı.

Bir kış günüydü. Küçük olan mekân muhabbetin ısısıyla zaten harlanmıştı. Recep Seyhan Hocanın katılımı ile biraz daha alevlendi.

Yan yana oturduk.

Havalandırdığımız türkülerin bazılarına duyulabilir şekilde eşlik etmişti.

Kucaklaşıp uğurladım gecenin sonunda.

BU ilk tanışma, ilk selamlaşma ve ilk merhaba idi.

Sonrasında bağır basmalarımız aralıksız sürdü. Müsait olduğu her fırsatta aramıza katıldı, zaman zaman telefonla muhaberemiz devam etti.

Ağırbaşlı idi. Soğukkanlıydı.

Kılı kırk yaran bir inceliğe, hataya fırsat vermek istemeyen bir dikkate sahipti.

Edebiyata tutku derecesinde bağlıydı ve her zaman zihninde olgunlaştırmaya çalıştığı birkaç projeyi taşırdı.

O, esaslı bir hikâyeciydi. Bu alana ciddi emekler verdi. Konuyla ilgilenenlerin “Bana Hikâye Anlat-ma” kitabını okumalarını öneririm.

İlgilendiği hiçbir meseleyi yarım bırakmayan, öylesine yaklaşmayan, sathiliğe asla pirim vermeyen, konunun künhüne doğru kararlı adımlarla ilerleyen muhakkik bir kişiliğe sahipti.

Sırtına âdeta dağları vurmuştu. Yürüyüşünden bunu rahatlıkla anlayabilirdiniz.

Bir dâvâ adamıydı ama çığırtkan değildi. Hasbiydi. Alayiş ve nümayişle pek işi olmazdı.

O, olması gerekenleri oldurmak için üzerine aldığı kutlu vazifeyi bihakkın yerine getirebilmek için dağların altından yürüyen sular gibi sessiz ve derinden ama bir o kadar da azimle ilerliyordu.

Ve…

Her vakit hedefine ulaşıyordu.

KÜSKÜN ve kırgın bir yanı var gibiydi. Derviş gönlüyle setrediyordu.

Bunu gözlerinden ve alın çizgilerinden okumak mümkündü.

“Dâvâ adamı” olması gereken veya öyleymiş gibi görünen kimilerinin “Pozisyon insanı” olduklarını görmenin verdiği derin hüznünü yaşıyordu.

Gördüklerinin göründükleri gibi olmamasının verdiği kahır kolay hazmedilecek bir husus değildi elbette.

Sanırım Recep Seyhan Hoca bunu da usulünce çözmeye çalışıyor, çabalıyordu.

ÜSKÜDAR Üniversitesi Televizyonundaki “İstasyon” ismini taşıyan programımda iki defa misafir etmiştim kendisini. Sorulardan duyduğu memnuniyeti birkaç defa izhar etmişti yayında.

Yine her Çarşamba bu gazetede yayınladığım “Tenha Sohbetler” söyleşi serisinde de konuk etmiştim.

Geriye ortak olarak bıraktığımız güzel tınılar oldu bunlar.

İyi ki yapmışız.

EN son yine Üsküdar’da kadim dostu Yalçın Doruk ve başka yârenleriyle oturmuş muhabbetin kazanını kaynatmıştık. Ehl-i Beyt üzerinde söyleşmiştik. Bu yönümü fark etmesinden fevkalade memnun olmuş bu hususları konuşabilecek birini daha bulmuş olmaktan mutlulanmıştı.

Amasya’da yaşayan hasta annesinin bakımını üstlendiği için İstanbul’a daha az gelir olmuştu.

Geldiğinde haberdar ediyordu, hatta memleketinden aradığı da oluyordu. Bir seferinde yazılarımın üslûbu üzerine motive edici, gönendirici sözler söylemişti ki, pek mahcup olmuştum.

Sonraları kendisine ağır bir hastalık misafir olmuştu. Dostlarından haber alıyordum. Konuşmaya uygun olduğu haberini aldığım bir gün aramış telefonda hasbihal etmiş ve yine muhabbet tazelemiştik.

Şimdi o gerçek âlemde.

Bizler yine hayatın bu yakasının hayhuyu içinde yuvarlanmaya devam ediyoruz.

Ne diyelim, evvel giden ahbaba selam olsun.

Devirleri daim olsun.

Ya Selâm!

18.11.2023

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/recep-seyhan-hoca/804819

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir