TAKTİK

YERDE bir mektup bulmuştum. Kargacık burgacıktı. Belki de aceleden böyle yazılmıştı, bilmiyorum.

Önce tereddüt ettim okumakta. Elimde tuttum bir süre. Yürüdüm öylece. Atıp, atmamakta kararsız kaldım.

Tam atmaya davranacakken içimden geçen sese uydum. Belki de bana verilmiş bir mesaj içeriyordu. İçinde benim ders alacağım bir işaret barındırıyor olabilirdi. Bu düşünce ağır basınca okumaya karar verdim. Tenha bir yer aradım. Gözüme kestirdiğim yere oturdum. Bir süre daha elimde tuttuktan sonra açıp okumaya cesaret ettim.

‘Yiğidim’ diye başlıyordu mektup.

Müthiş bir hitaptı bu. Çok etkilendim. Bu ilk satırı kaç kez okuduğumu inanın hatırlamıyorum.

Nasıl bir seslenişti bu. Ne kadar derindi.

Kim, kime yiğidim derdi? Hangi durumlarda gerçekleşirdi bu?

Yiğit her zaman yiğit kalır mıydı? Zaman pek çok şeyde olduğu gibi onun da canına okuduğu olur muydu?

Yere düşer miydi yiğit? Düştüğü yerden kendi mi kalkardı yoksa yardım alır mıydı?

Yiğidin yiğitliği kimeydi?

Kendisine mi, başkasına mı? Ya da önce kendisine sonra mı başkasına?

Sorular zihnimde dolanıp durdular.

Neden sonra gözlerimi aralayabildim ve okumaya devam ettim.

“Ben seni bir yiğit nasıl sevilirse öyle seviyorum. Mertçe. Dolambaçsız seviyorum seni.

Gözeden suyun kaynaması gibi. Nehrin gürül gürül akması gibi…”

Yazı çivi yazısı gibi görünüyordu ilk bakışta. Hükmümü kargacık burgacık şeklinde vermiştim ama okudukça bu yargımdan utanır oldum.

Cümleler sağlamdı. Gülle gibi de ağır. Muhkem.

“Ben senin bakışlarınla ısındım hep yiğidim, bakışlarınla. Sözlerinse ateşime atılan odunlar oldu hep. Kaynadıkça, kaynadım. Posam gitti. Özüm kaldı.”

Sarsılmaya devam ediyordum. İnanamıyor bir daha okuyordum satırları, bir daha, bir daha…

“Özüme baktım, senden gayrısını göremedim. Ben bile yoktum orada biliyor musun, ben bile. Hep sen olmuşum.”

Şaşırılası cümlelerdi. Hatta takdir edilesi, biraz daha ileri gideyim, kıskanılası.

Kim bu satırların muhatabı olmak istemez. Kim sevildiğini bu kadar kavrayan cümlelerin içinde görmek istemez ki!

“ Ben taktiklere dayalı bir eylem olarak sevmedim seni. Onlar oyundur. Harp oyunları onlar. Ben seninle savaş halinde değilim ki! Belirli bir sonucu olmak, savaşı kazanmak için taktik geliştiren bir komutan değilim. Ya da elindeki kusurlu ürünü satmak üzere her türlü imkânı yalan yanlış kullanan açgözlü bir tüccar…”

Bu cümleler dürüstlüğün, yan yollar denememenin birer ifadesi. İlk sözleri nasıl net ve berraksa amacı da bir o kadar kesin ve sade. Cesur da üstelik.

Yiğit birinin yâri olmak da bir o kadar yiğitlik gerektirmez mi? Hileye tenezzül ettirir mi?

Ettirmez. Ettirmemiş de zaten. İşte mektupta bunu anlatan satırlar.

“ Dedim ya ben taktiğe dayalı bir eylem olarak sevmedim seni. Yüreğimin yiğidi olarak sevdim. Kahramanım olarak, hatta sultanım olarak sevdim seni. Ne düşündüm biliyor musun yiğidim? Aşığa taktik gerekmez. Hile yaraşmaz. Örtülü cümleler yakışık almaz. Berrak olmalı. Gün gibi.

Ben seni gün gibi sevdim.

Sen de beni seveceksen eğer gün gibi sev. Apaydınlık sev. Taktiksel sevme.

Çeşmeden su içer gibi, bir kuzunun annesine melemesi gibi sahici sev.

Sevmeyeceksen bu da yiğitçe olmalı.

Son sözüm, ilk sözümdür.

Yiğidim!”

Katladım mektubu cebime koydum. Gömleğimin yüreğimin üstüne gelen cebine..

Yeri orası!

08.10.2018

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir