UĞUR CANBOLAT
BELİ bükülmüştü.
Hayatın onun sırtına sanki başkalarından daha fazla yükler bırakmıştı.
O da kendisine verilen bu yükleri hiç bırakmayı denemedi. Kendisine ait olmayıp ona transfer edilenlere bile ses çıkarmadığından taşıdığı ağırlık arttıkça artmıştı.
Aslında bir istiap hakkı vardı insanın da.
Yüklendiği sorumlulukları paylaştırdığında, analiz edip doğru bir sıralamayı yapmayı başararak ilerlediğinde altında ezilmiyordu.
Yenileri çıkıp gelse bile daha öncesinden onlarla nasıl baş edip hafifleyeceğini bildiğinden gereğinden fazla yıpranmıyor.
Zira onlar zaten kendisine ait olan yükler…
…
HAYIR diyemediğin için üzerine aldıkların var ki, en problemlisi bu.
Sen hayır diyemedikçe onlar yüklerini senin üzerine ittirmeye çalışıyorlar.
Alışkanlık haline geliyor bu.
Bir süre daha süreç bu şekilde ilerlediğinde mesele tamamen başka bir mahiyet kazanıyor.
Onların tümü sanki senin asli görevin, hakiki yükümlülüğün gibi görmeye başlıyorlar.
Bununla da kalmıyorlar ve bunun tamamen sana ait olduğu hususunda davranışlarıyla ikna ediyorlar.
Bir gün tökezlediğinde veya hafif bir duraksama söz konusu olduğunda en küçük bir muhasebe yaparak kendi paylarına düşeni almak yerine tam tersi bir tutuma giriyorlar.
Suçlamalar, aşağılamalar başlıyor.
Sorumsuzlukla itham edilebiliyorsun. Beceriksizlikle suçlanıyorsun.
Güçsüz olmakla kınanıyorsun. Dayanıksız oluşun tartışmaya açılıyor.
Kısacası cephanede ne kadar mühimmat varsa hepsini hiç tereddüt göstermeden üzerine boca etmekten zerre kadar geri durmuyorlar.
…
BELİNİ işte bu vefasızlık bükmüştü aslında.
Hem kendisinin hem de onların verdikleri yükleri taşıyordu.
Hem de hiç şikâyet etmeden.
Ama gel gör ki yaşlılık kapıya dayanmıştı.
Dermansızlık pencereden içeriye girmişti.
Eski hızını gösteremiyordu.
Hünerlerinde geriye gidiş başlamıştı.
Yeti kayıpları yaşamaya başlamıştı.
Bu durum suçlamaların dozunu arttırdı ve artık hakaretler duymaya başlamıştı.
Hiç müttefiki, destekleyeni kalmamıştı.
İşte bu çok ağır gelmişti ona.
…
BİR gün tasını, tarağını toplayıp sessizce ortadan kaybolmuştu.
Geriye hiç iz bırakmamıştı.
İyi şeyler söyleyecek olsalar bile bulunmak istemiyordu.
Tahammül sınırının çok zorlanmasından ötürü yılardır tanıdığı bu kişilerin yüzlerini bile görmek istemiyordu.
…
KENDİSİNİ bu yıllarda tanımıştım.
Her minik söz fiskesinde bile üzerinden görünmez binlerce toz kalkıyordu ve bunun pek bitip tükeneceği yok gibiydi.
Elinde sürekli notlar aldığı bir defteri vardı.
Onu hiç yanından ayırmıyordu.
Neredeyse ikizi olmuştu not defteri onun.
Oraya neler çiziktirdiğini ise hiçbir zaman söylemedi, deftere bakmaya da müsaade etmedi.
Oradan buradan sıkıştıran tazyiklerime dayanamadığı bir ikindi vakti biraz kızgınlık ama daha çok şefkat içeren bir bakışla “O benim tek müttefikim” demişti.
Anladım ki, şimdiye kadar tersine bir tutum göstermişse de anlatmak ve heybesini boşaltmak istiyordu aslında.
Minik minik ve rencide etmeden ilmekleri çekmeye başladığımda o da dökülmeye başlamıştı.
Bu kadar duyguyu, yorgunluğu, kızgınlığı, öfkeyi nasıl bir çuvala sığdırabilirdi ki insan.
Anlattıkça hayretler içinde kaldım.
Yukarıda anlattıklarım kırkta bir zekât miktarına ancak denk gelebilir.
Tüm bu anlatımların içinde nedense zihnimde müttefik meselesi biraz daha ağır bastı.
Hepimizin bizi anlayan bir kalemi ve defteri olmalı anlaşılan.
Ya Selâm!