YALANIN CEZASI

UĞUR CANBOLAT

YILANDAN kaçar gibi uzaklaşılması gerektiğini biliyordu bilmesine ama bunu hiç denememişti.

Yalanın kendisine getirdiği geçici de olsa küçük ve aldatıcı yararlar daha doğrusu doyum olduğuna inanıyordu ve bu sebeple ondan asla uzaklaşmayı düşünmemişti.

Ustaca söylerdi yalanı.

İkna ediciydi.

Kelimeleri müthiş bir ustalıkla sıralar, duygular katar, muhatabının duymayı isteyeceği şekilde paketleyip sunardı.

Zamanla bunun fark edilmesi pek umurunda olmazdı zira çok önceden yeni kurbanlar bulmuş olurdu.

Herkese göre oluşturduğu, kişiliklerine göre ekleme ve çıkarmaların yapıldığı hazır versiyonları her zaman yedeklenmiş hazır olurdu.

Kimine hemşericilikle yanaşırdı. İlk tanıştığında memleket bilgisi aldığından oraya dair yakın bilgiler söyler güvenlik tesis ederdi.

Bazı kişilere ise meslekleri üzerinden yaklaşırdı.

En önemli malzemesi kişilerin ilgi alanları ve hobileriydi.

Bu alandan yakalanmışlarsa elinden kurtulmaları neredeyse imkânsıza yakın olurdu.

Esasen başkalarına maddi bir zararı yoktu.

Duygusal olarak istismar ettiği de görülmemişti.

Temel motivasyonu başkalarının gözünde mühim biri olmak, itibar görmek ve sevilmekti.

Tüm bu yorgunluklara sırf bu sebeple giriyor ve katlanıyordu.

GÜNLER geçti, yıllar devrildi ve saçlarına aklar hücum etmişti.

Yorulmuştu da…

Eskisi kadar da artık cevval sayılmazdı.

Dolayısıyla çevresini genişletmek için yeni ve farklı mekânlar bulmakta zorlandığından kısır bir döngüye girmişti.

Çevresi tarafından mimlendiğinden dinleyen tek tük insan çıksa bile ya hiç itibar etmiyor ya da istihza maksadıyla tahammül ediyorlardı.

Gençler mi?

Artık onlar uzun zamandan beri cep telefonu ve tablete gömüldüklerinden başkalarını dinleme sabrı göstermiyorlardı.

Yaşlılardan ise bilerek kaçıyorlardı zira bu neslin nasihat edilme korkusu çok yukarılardaydı.

BİR arkadaşımla konuyu değerlendirirken “Bizler gerçekleri bu kadar çarpıcı, etkileyici ve inandırıcı anlatamıyoruz, yazık bize, vah bize” şeklinde hayıflanmıştı.

Sonuna kadar doğruydu ve haklıydı.

Ne vakit hakikatleri onların hak ettiği üst seviyede anlatabildik?

Yalancıların yalana inandıkları kadar bizler gerçeklere inanmadığımızdan ve buna emek vermediğimizden olabilir mi?

Doğruyu doğru biçimde aktarmak gerek ama bu yeterli mi?

Doğruyu doğrulukla da anlatmak gerekmez mi?

Sahiplenerek, içselleştirerek, emek verip ayrıntılarına vâkıf olarak yapmamız gerekmez mi?

Ve yaşamak…

Evet, ama ne yazık ki, hepimiz gerçeğin sadece bize bakan yanıyla ilgileniyoruz ve diğer yönlerini tamamen yok sayıyoruz.

Bu gaflet mi derseniz, evet.

Aymazlık mı derseniz ona da hayır diyemem.

Yalan ve gerçekle olan münasebetimiz ciddi bir tahlile muhtaç.

Acımasız bir eleştiriyi hak ediyor.

Çok yönlü bir değerlendirmeyi kaçınılmaz kılıyor.

Peki, bunda muvaffak olabiliyor muyuz, hayır.

Aslında ilk elden sormamız gereken sual buna gerçekten istekli miyiz?

Sahih bir niyet oluşturabildik mi bu hususta?

TEMEL soru şu: Cezası var mı yalanın?

Elbette var.

Hakikat karşısında var, hukuk nezdinde var, insanlar açısından yine aynı şekilde…

Bu meseleyi kendisi ile incelediğimiz bir büyüğümün söylediği sözler hâlâ hafızamda capcanlı duruyor.

Yalanın cezası sadece sana insanların inanmaması değildir. Senin asla kimseye inanamamandır.”

Yalan aslında kişinin kendi boynuna güvensizlik ipini dolamasıdır.

Hem de boğarcasına…

Başkasının ona bir şey yapması çoğu zaman gerekmez bile.

Bu sebeple hakikatle ilişkimizi doğru ve sahih bir temele samimiyetle oturtmaktan başka bir çıkar yol görünmüyor.

Yalan cezasını önce bize keser çünkü.

Ya selâm!

22.05.2023

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/yalanin-cezasi/761990

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir