UĞUR CANBOLAT
DÜNYALIK pek bir şeyi yoktu.
İstiyor da değildi zaten.
Seyahat için bindiği zayıfça bir atı ve üzerindeki giysilerinden başka bir varlığa sahip değildi.
O, bir gezgindi.
Gezerdi.
Dört mevsimin onun kadar tadını çıkaran biri daha olabilir miydi, emin değilim.
Uğradığı yerlerde üç günden fazla kaldığı yoktu.
Yoğun ısrarlarla karşılaşsa bile bu âdetini değiştirmezdi.
Seferini sürdürürdü.
“Mukim olmak bize göre değil, kalıcı değiliz, yolcu yolunda gerek” derdi.
Bir de şunu ilave etmeyi hiç ihmal etmezdi.
“Yollar daima yolcusunu bekler.”
Yolların kendisini beklediğine inanır ve durmadan at üzerinde seyahatini sürdürürdü.
Gittiği her menzilde yakın bir ahbabı ve çokça tanıdığı olurdu. Herkese ismi hitap ediyor oluşu da zaten şaşılacak bir husustu.
Hoş beş sonrasında muhabbet kıvamını bulup giriş için “Neyin var?” diye sorduklarında “Anlatacak hikâyelerim var” derdi.
Ve hiç zaman kaybetmeden haziruna anlatmaya koyulurdu.
…
ŞAŞILACAK olan şu ki, hiçbir zaman anlattığı hikâyeleri tekrar etmezdi. Eski anlattıklarını yeniden anlatmasını isteyenleri de “Geçen geçti, olan oldu” diyerek geçiştirirdi.
Gezgin vaktin hakkını vermek gerektiğine inanırdı.
Bu sebeple o vakte denk gelmesi gerektiğini düşündüğü meselleri anlatır, zamanın dinleyiciler üzerindeki etki anlarını dikkate alırdı.
Muhtemelen iyi bir “Kâinat Okuyucusu” idi.
Evrenin döngüsünün bir parçası olmayı yeğlerdi.
Bu bütünleşme sağlanabildiği zaman dışarıdan bakıldığında anlatılan sıradan bir öykü gibi görünüyor olsa bile etkisi fazla olurdu.
Dinleyiciler bazen gözyaşları fark edilmesin diye kasketlerini olabildiğince yüzlerinin üzerine indirirlerdi.
Kimi yan döner kimi de kendilerince başka çözümler bulsalar da saklamaya tenezzül etmeyenlerde bulunurdu.
Buradan anlaşılan şuydu kanaatimce.
Vakti vaktine olmalıydı her şey.
Vaktinde söylenmeyen söz israf olurdu.
Deminde içilmeyen çay ziyan sayılırdı.
Bunlar duyguları yaşamak hususunda da böyleydi.
Düğünde gülmek, sevinmek, cenazede kederlenmek o anın gereğiydi.
Bu kutlu seyyah hikâyeye de böyle bakardı.
Kelimelerini buna göre seçer dilinden kulaklara, oradan da kalplere bu anlayışla salardı.
Sevilmesi belki de biraz da bundandı.
Özlenirdi.
Yolu gözlenirdi.
Ufukta silueti belirdiğinde ahali düğün bayram ederdi.
Çünkü o yeni ve o âna özgü hikâyelerin sahibiydi.
…
ONA çok özenirdim.
Anlatacağı özgün hikâyelerin olması kişi için en büyük zenginliklerin başında gelirdi.
Uzun nutuklara hâcet bırakmayan bu müktesebat her fâniye nasip olmazdı.
Hikâye biriktirmeyi bu sebeple hayatım boyunca önemsedim.
Dilim döndüğünce de anlatmaya, dostlarımla paylaşmaya çalıştım.
Ama benimki yamalı bohça gibi tabi.
Neresinden tutsan bir parçası elinde kalıyor.
O ise bir hikâye meliki idi.
Bitmeyen ve tazelenen hikâyelerini yepyeni bir enerjiyle anlatır zihinlerde nurdan kandiller yakardı.
Sanmayın ki, bu anlatılar hurafeler içeriyor.
Asla.
Kesin bilgi olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’den ve hayatın yaşanmış özünden süzülmüş terütaze üsarelerden oluşuyordu.
Yıllar sonra onun da her insan gibi gerçek âleme göçtüğü haberini aldım.
Kalp dolusu Fatihalar gönderdim.
Ve diyorum ki, anlatacak hikâyelerinin olması insanın ne güzel.
Yine diyorum ki, anlatacak hikâyelerimiz olsun.
Ya Selâm!
30.01.2023