EN çok neyimi seviyorsun diye sordu.
Israrlıydı.
Esaslı bir cevap beklediği her halinden anlaşılıyordu. Uzun süre üzerinde düşündüğü belliydi.
Cevap vermeden evvel hızlıca bunlar zihninden geçirdi.
Vereceği her cevap bir tartışmanın fitilini kolaylıkla ateşleyebilirdi.
Tecrübe etmişti. Ateşlenen fitil kolaylıkla söndürülemiyordu.
Tüm bunlar bir yana içindeki gerçek cevabı vermek istiyordu.
Buna inanıyordu çünkü.
Sevdiceği yargılayıcı değildi evet ama kimi zaman yordayıcı davrandığı da oluyordu. Söylediğinin ötesinde ne var, mevcut verilerden hareket ederek başka sonuçlara ulaşabiliyordu.
Bunda kötü bir şey yoktu elbette.
Bir öngörüydü bu. Hissediş veya tahmin edebilme eylemi de diyebiliriz.
İsabet ederse birlikte gülüşüyorlardı.
Ya tahmin edilen yanlışsa…
Bu öngörü bir şartlanmışlığın sonucuysa ya da bilinçaltının acımasız bir yönlendirmesiyse ne olacaktı?
İşte böyle olmasından endişe ediyordu.
Yine de söyleyecekti.
İçindeki doğruyu bilmeye, duymaya en çok onun hakkı vardı.
Sevdiği gözlerini, gözlerine dikmiş bakıyordu. Hadi söyle artık der gibiydi.
Daha fazla uzatmak istemedi ve söyleyiverdi.
En çok anlayıcı oluşunu seviyorum.
Sen benim en iyi anlayıcımsın.
Dinleyenim ve anlayanımsın.
Şöyle söyleyeyim, anlamımsın.
Ve ben en çok senin bu yanını seviyorum.
Belli ki, beklediği cevap buydu.
Gözünü yumdu mutlulukla ve gel dedi, gel.
Sözün fazla olacağı, kelimelerin yük vereceği bir andı.
Sarıldı sadece.
Öyle kaldılar uzun süre.
Gün boyu o kelime ile dolaştım. Kime rastladımsa “Anlayıcı’ dedim.
Kimseler anlamadı ne dediğimi!
17.01.2018