UĞUR CANBOLAT
TOPLU taşıma vasıtalarıyla seyahat ediyoruz.
Hepimizde öylesine bir telaş var ki, gören bizi “Pürtelaş” mahallesinde oturuyor sanır.
Hiçbir yere ve hiçbir şeye vaktinde yetişemiyoruz. Hızlı akan zaman ile bir yarışa girdik ki, sormayın.
Kimse kimsenin yüzüne ve haline bakmıyor. İttire kaktıra kendini vasıtaya atıp kendince bir yer bularak yerleşme derdinde. Oysa üç durak sonra inecek. “Mahkeme kadıya mülk değil” demiş atalarımız ama bizler üç duraklık koltuğu kendimize mülk edinme telaşındayız.
Hem bir yer kapıp oturan yolcular hem de ayakta kalmaz zorunda kalanlar anında cebine davranıyor ve cep telefonlarını çıkarıyorlar. Hiç kimse selamlamıyor, merhabalar unutulmuş. Yer verme olayı ise zaten tarihe karışmış durumda.
İnsanlar avuç içlerine sığdırdıkları telefonlarla dünyadan kopuyorlar.
Ne insanların yüzlerinden hayatı okuma eylemi kalmış ne de batan güneşi görebilme isteği…
Köprüden geçiyorsun ama İstanbul’un altın boynuzu boğaza bakmıyorsun. Yükünü almış gemilerin denizde ağırbaşlı seyirlerine görmüyorsun. Rızkını arayan balıkçılar da dikkatini çekmiyor.
Kibrinden dünyalara sığamayan insanlar olarak avuç içi kadar telefonların bizlere sunduğu sanal dünyaya sığdırıyoruz kendimizi. Ne büyük paradoks…
…
AVUÇ içi bizim için ne kadar mühimdi. Bebekler avuç içinden öpülürdü koklanarak. Bir de sevgililer…
Ortak kadere vurgu yapılırdı bu şekilde. Zira avuç içi çizgiler hayatımızın akışıydı. İnişleri, çıkışları yer alırdı. Kişiliğimizi yansıttığı düşünülürdü.
Avuç içini öpenler sevdiklerinin kalplerini öptüklerini hissederdi esasen.
Aşk, özgürlük, yalnızlık, varlık-yokluk, yalnızlık ve ölüm…
Bir ömrün hepsinin özetiydi avuç içi ve ben bunların tümüne talibim ve kabulüm anlamına gelirdi.
…
HİCAZDAN dönen hacıların avuç içi öpülürdü. Kabe’nin duvarlarına, Efendimizin Ravza’sına ve Hacerül Esved’e değen, onlara el süren avuç içi öpülmeye, koklanmaya layıktı Anadolu insanı için.
Bir de kâmil olduğu var sayılan ehl-i kalp insanların avuç içleri öpülürdü sufi meşrep insanlar tarafından. Ben mânâmı senin aynanda, avuç içinde gördüm dercesine…
…
PINARLARDAN su içerdik avuçlarımıza doldurup.
Sadece kendimiz mi, hayır. Serçelere su içirdik avuçlarımızla.
Yaralanmış ve susuz kalmış diğer hayvanlara da…
Avuç içinden su vermek kalbindeki şefkati sunmak demekti ve bu onlara şifa olurdu.
…
AVUÇ içi oyunu oynardık küçükten. Birine tüy kadar hafif bir nesne koyardık arkadan kavuşturduğumuz avcumuza. Sonra yumruk hale getirip hangisinde diye sorardık ve bilinirse sıra ona geçerdi. Kısacası avuç içi hayatımızın her anında vardı.
…
AVUÇ içi şefkatin ana merkeziydi.
Kederlenmiş birini teselli etmek için avcumuzu onun yanağına koyardık. Bu dünyanın en merhametli haliydi. Mahremimize umum ortamlarda sevgi göstermek durumunda olduğumuzda yine aynı şekilde avuç içimize yanağını doldurur gibi dokunurduk.
Tüm sevgi ve şefkatimiz avuç içimizden ona akardı.
…
AVCUMUZU cömertliğimizin bir nişanesi olarak herkese açardık ama avuç açmazdık Haktan gayrısına.
Dilediğimizi sadece Rabbimizden dilerdik. Dualarımızın simgesiydi göğe açılmış avuçlarımız.
Niyazımız sonrasında şükürle onları yüzümüze sürmemiz ise duanın son ritüeliydi. Namazlardan sonra avuç içlerimizi tam olarak birbirine temas edecek şekilde el sıkışırdık kabul temennisinde bulunarak.
Sosyal yaşamda eşit el sıkışmanın önemini, tanışmalardaki önemini zaten biliyoruz.
…
İKRAMLARIMIZ avuç içlerimizle ulaşırdı.
Cebimizdeki leblebileri, kavurgaları avuç avuç dağıtırdık. Aynı zamanda bir ölçü birimiydi. Yaşlılarımız her gün bir avuç ceviz yemeyi önerirdi. Sayılara tenezzül ederek işin sırrını kaçırmak istemezlerdi.
…
AVUÇ içi kadar bir hayatımız vardı ezcümle.
Şöyle derdik: “Seccade kadar mülküm, seccade kadar masam, avuç içi kadar dualarım var. Varımı yoklarla değiştim, çoğumu azlarla…”
Ve öylesine mutluyduk ki…
Varlığın derdine düşmediğimiz, azla yetindiğimiz ve dünyaya metelik bile vermediğimiz vakitlerdi.
Avuçlarımız küçük, yüreğimiz büyüktü.
Doğarken sıkılı avuçlarla ağlamamızı dünyanın anasını ağlatacağım, tutacağım ne varsa derken öldüğümüzde avuçlarımızın açık ve boş olduğunu anlatırlardı büyüklerimiz düşünmemiz için.
Doğal sağlıktan anlayanlar avuç içlerimize masajlar yapardı. Şimdi o avuçlar gitti ve telefonlar gelip yerleşti. Masajlar yerini mesajlara terk etti.
Eskiden avuç içlerimiz tevazunun, sevginin, cömertliğin simgesi iken şimdi egomuzun merkezi haline geldi. Avuç içi zenginlik ve cömertliğimizin misali iken şimdi fukaralığımızın kanıtı oldu.
Yazıklanmak hakkımız.
Ya selam!
15.01.2025