UĞUR CANBOLAT
BU isme ilk defa rastlamıştım.
Ortaokul arkadaşımın küçük kız kardeşiydi. Çok güzeldi. Yüzü ay gibi parlaktı. Nadir gülerdi ama güldüğünde dünya güzelleşirdi. Dişleri etrafa incili ışıltılar yayardı. Az konuşurdu. Ayrıca çok az kişiyi kabul edip konuştuğundan benimle bu kadar derin muhabbet etmesine tüm aile şaşırmıştı. Onun beni kabullenmesi ailenin yakınlığını daha da pekiştirmişti. Zamanla babası Süleyman babam, annesi Fatma annem, kardeşleri de kardeşim gibi olmuştu. Bana yabancılık hissettirmemişlerdi. Öğlenleri Fatma anne benim için oğluyla azık gönderirdi. Öyle makbule geçerdi ki tarif edemem. Gurbette olduğum ve harçlıksız bulunduğumdan ancak bir poğaça alabiliyordum. Ki, o da doyurucu olmuyordu. Bu sebeple Fatma anneden gelen o öğle tostu günlük hayatımı âdeta kurtarırdı. Her neyse şimdi konumuz bu değil, meseleyi dağıtmayalım.
…
BELİK engelliydi. Yürüyemiyordu.
Kendisi için üretilmiş tekerlekli sandalyesi vardı. Onunla her gün çıkarıp gezdirirlerdi. Belirli bir güzergahları vardı. O rotayı her gün takip ediyor hava almasını sağlıyorlardı. Birgün “Benimle de gezer misin Belik?” dediğimde hiç tereddüt etmeden “Çok isterim abi” demişti.
Bu, onun beni aileden biri olarak gördüğünün, benimsediğinin bir nişanesiydi. Sonradan öğrendiğime göre normalde izin vermiyor kimseyi kabul etmiyormuş. Buna sevinmiştim.
Hafta sonları evlerine gittiğimde bir süre hoşbeşten sonra “Haydi Belik kuşlar bizi çağırıyor, duyuyor musun?” derdim. “Duyuyorum haydi bekletmeyelim” cevabıyla hemen hazırlanmaya başlıyordu.
Belik parkları seviyordu. Kuşları seyretmeye doyamıyordu. Hatta onlarla bazan konuştuğu oluyordu.
Ben soruyor o cevaplıyordu. İçerisine gizlenmiş bilge bir kişiliği olduğunu görüyordum. Kuşlarla ilgili bilmediğim pek çok şeyi köylü çocuğu olmama rağmen ondan öğrendiğimi itiraf etmeliyim.
…
SAÇLARI inanılmaz bir güzellikteydi. Üzüm karası gibiydi ve dokusu hacimliydi. Belik ise bunun farkındaydı ve saçlarına azami özen gösteriyordu. Fatma anne bıkıp usanmadan her gün onlara farklı bir şekil veriyor ve fön çekiyordu. Ben en çok örgülü halini seviyordum.
Nerden icap ettiyse artık bir aile toplantısında bu ismi neden verdiklerini sordum. Meğer Belik doğduğunda normal çocuklara göre saçları çok uzunmuş. Annesi hastanede yanında yatarken onları örmüş. Babası Süleyman amca gelip gördüğünde ilk söylediği şey “Oy benim belikli kızım” olmuş. Böylece ismi de konulmuş sayılmış.
Bu açıklama doğruydu elbette ama gelecekte mesleğim olacak gazetecilik dürtüsüyle olsa gerek mevcut açıklamayla yetinmedim. Arkasını kurcalamaya başladım. Valide Fatma Hanım bir Karadeniz kadını olarak bunu hemen fark ettiğinden “Yorma kendini evladım, Süleyman amcan kızken benim saçlarıma vurgundu” deyiverince tüm ailenin şaşkınlıkla gözleri irileşti. Meğer meseleyi onlar da bilmiyormuş.
…
BELİK, işaret, iz, tepe ve doruk gibi anlamlara geliyor. En çok bilinen mânâsı ise saç örgüsü…
Karacaoğlan’ın hepimizin hafızasında yer alan “Bir kız bana emmi dedi, neyleyim” şiirinden hatırlarsınız.
“Değirmenden gelirim beygirim yüklü / Şu kızı görenin del olur aklı
On beş yaşında kırk beş belikli / Bir kız bana emmi dedi neyleyim”
…
BELİK ile zamanla daha fazla yakınlaştık. Sırdaş olduk. Hafta sonları gezdirme sırası bana geçtiğinde parkta yaptığımız sohbetler ikimize de çok iyi geliyor ve normalden uzun sürüyordu. Başkalarına göstermediği, içine hapsettiği duyguları bana rahatlıkla aktarıyordu. Bu güvendiğinin işaretiydi ve sohbetlerimizin ona iyi geldiğini, onardığını da gösteriyordu.
…
BELİK öfkeliydi aslında. Çevresini kırmamak için üstünü örtüyordu. Ters baktıklarını kimi zaman hırpalamaktan âdeta zevk alıyordu. Söylediklerinde ısrarlıydı hatta yer yer bu inatçılığa kadar varıyordu. İddiasından asla vazgeçmiyordu. Kimse de onu ikna edemiyordu. Bana göz işaretiyle bakanlar oluyor, bir şeyler söylememi bekliyorlardı ama bunu asla yapmadım. Başkalarının yanında o topa girmedim.
Ben daima müspet yönlerini nazara verdim, dikkatleri buraya yönlendirmeye çalıştım.
Belik çok zekiydi. Mantık dışı davranışına bu öfkeli çıkışları dışında hiç rastlamadım. Okumayı seviyordu. Hatta daha sonraları yazma başladı ve çok güzel metinlere imza attı. Keşke bunları yayınlasaydı ama o benden başkasına okumuyordu bile. Birkaç yazısını gizlice alıp bir gazetede “Cankız Kadıoğlu” müstear imzasıyla yayınlayıp kendisine götürmüştüm. Sevinmemiş ve “Bunlar aramızda kalsın abi” demişti. Buna saygı göstermiş ve bir daha böyle bir işe yeltenmemiştim.
…
ONUN bu yazılarının gün yüzüne çıkmaması içimde ukde olarak kalmıştı. Bu sebeple yalnız kaldığımızda “Haydi kız şunları yayınlayalım. Belik senden Ukte benden olsun bir yazar ismi oluşturalım. Belik Ukdeli imzasıyla yayınlayalım, bende yardım ederim” diyordum ama yanaşmıyordu. Belik disiplinliydi, sistemli çalışırdı. Mükemmeliyetçi bir yapısı vardı. Titizliği, tertipli oluşu hemen göze çarpardı. Hedeflediklerini sonuca ulaştırabilecek bir sabra sahipti, iyi bir yazar olabilirdi ama yapmadı.
…
BELİK iyi bir eleştirmen. Bana kök söktürüyor desem yeridir. Muhtemelen bu yazıdan sonra esaslı bir fırça yiyeceğim ama bunu göze aldım. Onu yazar olarak görememek içimde düğüm olarak kaldı. İkna edememiş olmak benim hüsranım.
Büyük ve etkileyici gözleri gibi tesirli olurdu yazıları. Kaşlar arasındaki mesafenin genişliğine baktığında neleri sığdırdığını bildiğimden yazılarına neleri sığdırabilirdi hayal bile edemiyorum.
Demem o ki, o Belik olarak kaldı ben ukdeli…
Üzüldüğüm tek şey artık bana yazılarını okumaması. Ama sohbetinden mahrum etmemesine de müteşekkirim. Belik Ukdeli iyi ki varsın abim…
Ya Selam…
03.05.2025