UĞUR CANBOLAT
DENİZE vurgundu.
Gençlik yıllarını okyanusta geçirmiş sayılırdı. Sonu hesap edilemeyen uzun yolculuklara çıkardı.
Macerayı seviyordu elbette. Zorluklardan yılmayan mücadeleci bir yapısı vardı. Gözü pekti. Esmere çalan ten rengi bu uzun süren deniz yolculuklarında biraz daha koyulaştığından artık neredeyse ismi unutulmuş ve herkes kendisine “Kara” diye seslenir olmuştu.
…
KARA ile ünlenmesi elbette gözü karalıktan geliyordu. Kafaya koyduğunu ne pahasına olursa olsun muhakkak yapardı. Yılmazdı. Geri çekilmezdi. Hedefine kararlı adımlarla muhakkak yürürdü.
İstikrarlıydı. Geçici heveslerin değil ısrarlı ülkülerin adamıydı.
…
OKYANUS demek zaten zorluk demekti.
Aşırı derinliklere karşı hazırlıklı olmayı ifade ederdi. Ekipmana zarar verebilecek yüksek basınca karşı tedbirler geliştirmeyi mecburi kılardı. Görüntü teknolojilerinin bugünkü kadar gelişmediği o günlerde sınırlı görünürlük ile bunları yapmak aklın iyi çalışması ve iradenin güçlü oluşuyla ancak mümkün olabilirdi. O muazzam büyüklüğün içinde insan kendi küçük hacmini düşündüğünde güçlüklerle başa çıkmak elbette başka türlü mümkün olmazdı.
Elbette tahmin edilemeyen hava şartları da hesaba katılmak zorundaydı. Dalgalarla boğuşmak sadece güçlü bir geminin ötesinde başka varlıkları da gerekli kılıyordu. İşte “Kara Dede”nin böyle bir zorlu bir hayatı olmuştu.
…
TASI tarağı toplamış memleketine dönmüş ihmalden dolayı baba ocağı örene döndüğünden kendine köyün çıkışında ahşaptan bir baraka yapmış, meyve ağaçları dikmiş, harika bir gölgelik inşa etmiş orada gönlünü eğlemeye başlamıştı.
Kimi kimsesi yoktu. Yalnızlığın telvesinde yaşıyordu. Zamanla muhabbetinin tadını ve kalbinin derinliğini keşfedenler olmuştu da bu yalnızlıktan bir nebze olsun sıyrılabilmişti.
Akşamları çevreden toplanan çalı çırpıyla semaveri uyandırılıyor, çay o ateşte demini alıyor yanı sıra muhabbet harlanıyordu. Güngörmüş umur sürmüş birisi olduğundan kültürü de buna göre şekillenmişti. Bazı sözleri anlaşılmayabiliyordu. O ise buna takılmıyor, sözünü iştahla sürdürüyordu.
…
KARA DEDE’NİN içinde küllenmemiş bir hasretin varlığı çok aşikardı. Birebir bundan bahsetmiş miydi, hayır ama sözündeki kimi vakit oluşan dalgalanmalar, gözlerinin hafiften buğulanması, elinin titrer gibi oluşu bunun bariz emareleriydi. Arada bir “Saudade” demesi herkesin dikkatini çekiyordu ama kimse anlamını bilmiyordu. Sormaya da edep ediyorlardı.
…
SAUDADE sıradan bir özlem değildi. Nostalji diyerek geçiştirilemezdi. Sıla hasretini elbette bağrında barındırıyordu ama bununla da sınırlandırılamazdı. Kavuşamayacağını bildiğin kişiye karşı derinden derine hissedilen firkatin en yakıcı hâliydi. Geçmişe karşı hüzünlü anlar barındırıyor, kederli vakitleri cemediyordu ama bundan da ötesi bir durumdu.
Denizci oluşunun izlerini barındıran bir kavramdı bu. Yüzyıllar boyunca Portekizli kadınların ve kızların denize kurban verdikleri yavuklularına duydukları muhteşem özlemin ifadesiydi. Kalbi dağlayan ve zamanları aşıp yürekleri yakan bir ağıtın tek kelimeyle ifade edilişiydi.
…
KARA DEDE’NİN belli ki gizlediği bir saudadesi varmış. Hasreti katmerliymiş. Kalbinin hem içini hem de çeperlerini kuşatmış. Ne var ki ne gözü gözüne ne de eli eline değmemiş. Rüzgâr saçlarından aldığı kokuyu bile ona hiç getirmemiş. Açık denizlerde onca güçlükle mücadele edip onlarla baş etmiş ama bu hasrete yenik düşmüş.
İnsan işte böyle bir varlık. Onca zahmetli işin üstesinden gelir, yenilmez ama bir ahu gözlüye gönüllü teslim olur.
…
İKİ gece misafiri oldum. Gecenin ıssız ve sessiz gebeliklerinin karnını deşip sabaha düğümledik. Herkese kapattığı kalbini bana açmayı uygun bulmuştu.
Onun saudadesi Süeda adında muhteşem güzellikte bir komşu kızıymış. Sapsarı dalgalı saçları varmış. İri gözleri her sabah güneşten evvel çevreyi aydınlatırmış. Güler yüzü ve bitmeyen neşesi ise hayatın içine bir enerji gibi girip harekete geçirirmiş. Ailesine sadakatiyle ün salmış. Herkesin dar zamanda imdadına yetiştiğinden kötü gün dostu olarak anılırmış.
Biraz daha deştiğimde şunları anlatmıştı: “O gülünce kalbim gülerdi. Ruhuma onun özgürlüğünden ödünç özgürlükler alırdım. Daha insani davranışlara kavuşurdum. Üretirdim. Mantığım zembereğinden boşanırcasına çalışır sebep sonuç ilişkileri kurardım.”
Hep müspet yanlarını anlattığını fark ettiğimde “Bu kadar mı?” diyerek üstelemiştim çünkü bir denizci önce olumsuzlukları, zorlukları görür. Ki, yol alabilsin.
“Fazla kontrolcüydü” dedi biraz sıkılarak. Devam etti: “Otoritesi hissedilirdi. Duygularını kontrol altında tutmasını başarırdı, kolayca sevdiğini söylemez, ilgisini aşikâr etmezdi. Ne kadar dışa dönük olsa da ketumdu. Duygularını kendi içinde yeşertse de duygusallık şeklinde dışarıya taşırmazdı. Tam denizci olacak bir kızdı.”
…
ISRARLA fiziksel özelliklerini söylemekten kaçıyordu ama bir kere düğümü çözmüştüm, orada durmam beklenmezdi. Israrlarım şımarık bir mızmızlığa dönüşmeye başladığında kendisine rahat olmadığını anladı ve döküldü: “Geniş bir alnı vardı. Dalgalı saçlarına inat düz kaşlara sahipti. Oval olan yüzü çeneye doğru indikçe daralırdı. İlleri incecikti. Boyu uzun gözleri iriydi. Bakışlarındaki kararlılık hep dururdu. Yürüyüşü yüreğimi ateşlere salardı. Kıyafet tercihinde özenli ve uyumluydu.”
En son “Dedem kurban olayım söyle, neden kavuşamadınız, Süeda ne sebeple saudade oldu?” dedim.
“Bunu bende çok düşündüm ama tam bir hüküm veremem. Ne kadar süreceği belli olmayan deniz yolculuklarına kalbinin tahammül edemeyeceğini düşünmüş olmalı” dedi.
…
KARA DEDE Saudade Süeda’sını bir daha hiç görmemiş. Ne olup bittiğini de kimselere sual edememiş.
Kendiliğinden anlatan da çıkmamış.
“Hikâyeler hep yarım” kavramının yaşayan tam bir örneği olmuştu Kara Dede… Karamsar değildi hiç.
Belki bir gün… Kim bilir. Hayatın bu yakasında olmasa da diğer yakası da var nasılsa…
Ya Selam.
06.05.2025