UĞUR CANBOLAT
GÜNIŞIĞINI hiç görmediğini düşünürdüm.
Ne zaman yerler dâhil olmak üzere duvarlarını kitapların süslediği mütevazı mekânına gitsem onu okurken bulurdum. Ayak seslerimi duyduğunda burnunun ucundaki gözlüğün üstünden bakar ve “Sen mi geldin?” derdi.
Yine kitabın sayfası üzerinden ayırmak istemeği göz ucuyla küçük piknik tüpünün üzerindeki çaydanlığı işaret ederek eliyle iki işareti yapardı.
Bu iki çay doldur demekti.
Ben bu işi yaparken genellikle o, okuduğu sayfayı bitirir ardından özenle kapattıktan sonra yönünü değiştirir yüz yüze gelirdik.
Kitaplarıyla zengindi o.
Bir geliri var mıydı bundan emin değilim ama benim üzerimde oluşturduğu intiba etrafını çevrelemiş kitaplar oldukça onun başka şeylere ihtiyaç duymayacağı yönündeydi.
Siz buna kanaat zenginliği de diyebilirsiniz, bilgi zenginliği de.
…
BAŞKA geleni gideni var mıydı bilmiyorum çünkü hiç rastlamadım.
Sormayı da uygun bulmadım.
Zaten başka mevzulara derin dalışlar yapmaktan buraya hiç sıra gelmemişti.
Pek gelecek gibi de durmuyordu üstelik.
…
ANLATMAYI ve dinlemeyi aynı oranda önemseyen, seven ve dengede tutabilen başka birine hiç rastlamadım.
Genellikle ya anlatma şehveti öne çıkar kimseye bir nefeslik bile olsa söz hakkı tanınmaz ya da tamamen dinleme ve fikir beyan etmeme tercih edilir.
Bir şey anlatma ihtiyacında olduğumda buna hürmet eder sonuna kadar dinlerdi.
Üstelik tüm dikkatiyle.
Sonradan kavradığıma göre insanın aklı, bilgisi ve görgüsü konuştuğunda tartıya çıkıyor.
O vakit insanın zihin ve gönül haritası açılıyor.
O haritadan kişinin nerelerde gezindiği, neleri mesele edindiği açıklığa kavuşuyor.
Kişi gündelik magazin mevzularına mı eğilmiş anlıyorsunuz.
Kendine hiç lazım olmayacak lüzumsuz ayrıntılara dalarak oralarda mı boğulmuş hemen ortaya seriliyor.
Ya da hakikatin izini sürdüğünü görüyorsunuz.
Bunun da aşamaları var.
Yola yeni mi çıktı, bir heves mi sadece, yol istikrarı gösteriyor mu, ele aldığı konuyu derinlemesine ele alıp eskilerin deyimiyle anhasını minhasını önemseyip irdeliyor mu yoksa ezberlemeyi mi yeteli görüyor?
Öğrendiklerini o bilginin son aşaması olarak mı telakki ediyor yoksa bunun bir süreç olduğunu kavrayıp, ilim yolculuğuna çıktığını idrak edip içselleştiriyor mu?
Demem o ki, dinlemek onun için bir nevi ruhsal kimlik tespiti gibiydi.
Kendisi konuştuğunda dinletirdi zaten. Tersi asla mümkün olmazdı. Her cümlesinde hakikat hazinesinin sandığının kapağını açıyor, gözleriniz onların parıltılarıyla kamaşıyordu.
Bu sebeple şımarıklık yapmayı arzu etsem bile buna teşebbüs edemiyordum.
Dinlediklerimi âdeta zihnime kaydediyordum.
Eve döndüğümde ilk iş onları defterimle buluşturmak oluyordu.
Tekrar tekrar gözden geçirerek özümsemeye çalışıyordum.
Takıldığım, anlamadığım yerler olmuyor muydu?
Elbette oluyordu.
Onları özenle not ediyor, sonraki gidişlerimde mahcubiyetle “Maruzatım var” diyordum.
Hiç erinmeden, yüksünmeden, geçiştirmeden tüm ayrıntıları ile anlatıyordu.
…
YİNE elimdeki küçük not kağıtlarıyla gitmiştim. Karınca duası gibi iç içe girmiş olsa da özenle inceledi.
Yüz hareketlerinden ne düşündüğünü kavramaya çabalıyordum ama net bir sonuç elde edemiyordum.
Kimi zaman derince bakıyor, bazen mutluluk çizgileri yüzünde dalgalanıyor ama arada bir mûzip bir gülüş ilişiyordu gözüme.
Duygudan duyguya geçiyordum.
Notları incelemesi bitince başını kaldırıp uzunca baktı ve sesine derin bir anlam yükleyerek “Bilmenin lezzetini almaya başlıyorsun artık” dedi.
…
LEZZETİN türleri var, hepimizin bildiği ve önemsediği.
Durakları var yolcuklarımızda bizi durduran…
Çaysız duramadığımız, kahvem nerede dediğimiz anlarımız mevcut hepimizin.
Ama burada söylenen başkaydı.
Çok başka.
“Bilmenin lezzeti” tanımlaması çok ilginç gelmişti.
Sevmiştim.
Sözün özü şu ki; bilmenin lezzetini acilen sıralamanın üstlerine taşımamız gerekiyor.
Ya Selâm!
05.12.2022