EY divane, ey divane diyerek geziniyordu.
Hafif bir kızgınlık hâli içindeydi. Duruma bakılırsa öfkesi dışarıya karşı değildi.
Kendineydi.
Kınıyordu kendisini durmadan.
Bir alıp veremediği vardı ve hesap zamanı gelmişti.
Zaman zaman adımlarını sertleştiriyor aralarda da hafifletiyordu. Kızgın bastığında ayaklarını sanki bir şeyleri ezmek istiyor gibiydi.
Ezecek ve kurtulacak gibiydi.
Kararlı basıyor ve ayağını hemen kaldırmıyordu. Can çekişmesini ister gibiydi.
Bir süre sonra bu hâli değişiyor daha naif bir hal alıyordu.
Toprağı incitmekten vaz geçiyor belli belirsiz basarak yürüyüşünü devam ettiriyordu.
Hâlden hâle geçiyordu.
Kızgınlığın azabı geçince merhametin sarmalayıcılığı kendini daha net hissettiriyordu.
Değişmeyen bir şey vardı. O da dilinde tekrar ettiği cümle: Ey divane, ey divane.
Uzunca bir zaman böyle devam etti. Sonra bir tabure bulup kendini duvar dibine attı. Sırtını yasladı. Bir desteğe ihtiyacı vardı.
Başını kalbine doğru indirdi, gözlerini yumdu.
Sessizleşti.
Yanaklarına ılık bir damla gönderdi gözlerinden.
Gözü değil de gönlü ağlıyordu âdeta. Hıçkırıkları içeriden işitiliyor gibiydi.
En son yüreği diline şu cümleyi bıraktı.
Sen daha bir bülbülün sesini bile işitmemişsin. Sesinin güzelliği ile şöhret bulmuş ötücü bir kuşu ruhunda misafir etmemişsin. Yâr sesini işitmeye talipsin.
Be hey divane.
Yâr, sesini yâr olmayana duyurur mu hiç?!
24.03.2018