UĞUR CANBOLAT
KURTARIR sanıyordum.
Ve sandıklarıma bu kadar güvenmekten dolayı sonraları çok utanmıştım.
Mahcup olmuştum.
Ama o güne kadar bunun bayraktarlığını yapmış, oturup kalktığım her ortamda bunu ateşin bir şekilde savunmuştum. Bununla da yetinmemiş itiraz etmeye yeltenenleri ciddi şekilde azarlayarak paylamıştım. Onlar tartışmayı uzatmamak, ortamı daha fazla germemek, çevreye huzursuzluk yaymamak için geri adım attıklarındaysa muzaffer bir komutan edasıyla koltuklarımı şişirmiştim.
Kendi cehaletimi görememenin yanı sıra onların bilgeliğine de şahitlik edememiştim.
Laf anlamadığımı gördüklerinde sözlerini israf etmemek için nezaketle susmalarını bir kazanım olarak değerlendirmiştim.
İnsan olarak ne çok zaaflarımız var. Ne çok takıntılarımız mevcut.
Ve ne çok bağnazız.
Bunları görüp ayıkmam yıllarımı aldı.
Beni bu yanlış bağlarımdan yaşı seksenleri vurmuş bir nur yüzlü nine kurtardı.
Allah ondan razı olsun.
…
RAMAZAN günüydü.
Zorlu geçen saatlerin arkasından eve yetişemeyeceğim belli olunca arkadaşım biraz da sürükler gibi götürmüştü kendilerine.
Bembeyaz yaşmağı ile sofrada ezanı bekleyen o şefkatli gözleri ölsem unutmam.
Daha ilk dakikalardan itibaren etkisi altına almıştı.
Sözleri sanki uzak dağların en derininden çıkan billur bir suyun serinliğini andırıyordu.
Ab-ı hayat nedir diye sorsalar şu anda hiç tereddüt etmeden o ninenin asumana salınan sözleridir diyebilirim ve bundan zerre miktar pişmanlık duymam.
Beni öylesine rahatlatmıştı.
Yüreğime üşütmeyen serin damlalar serpmişti.
Ki, hâlen aynı tazelikte durmaktalar.
…
İFTAR edilmiş üstüne şükürler edilmiş ve çaylar içilmeye başlanmıştı.
Ben her zamanki arsızlığım ve cehaletin verdiği o boş cesaret ile yine esip gürlüyordum.
Bilginin öneminden, okunması gereken kitaplardan bahsediyor ezberlediğim vecizeleri makinalı tüfek gibi aralıksız sarf ediyordum.
Sonuna kadar dinledi, hiç kesmedi sözümü.
Toplumun anlatılan üç katmanını daha evvel duymuştum. Bunlar; âlimler, ârifler ve zarifler şeklinde sıralanıyordu.
Belli ki, o zariflerdendi.
Zarafetini hiç bozmamıştı.
Tahammülü engin ovalardan daha genişti.
Zaman akıp gitmiş benim sarf edecek sözüm kalmamış ve muhtemelen biraz da yorulmuştum.
İşte tam o zaman söylemişti bu cümleyi: “Evlat, doğru bilmek kurtarmaz.”
Daha evvel şiddetle itiraz edip mücadele ettiğim bu ve benzer sözler olmuştu. Saatler süren cedellerin içinde olmuştum ama şimdi bir tek kelam bile edemiyordum.
Buna hiç mecalim yoktu.
İçimden bir istek bile oluşmamıştı.
Kendime nasıl hayret etmiştim.
Sonradan anladım ki, zariflere itiraz öyle kolay bir şey değildi.
Sizi bilgelikleriyle, engin merhametleriyle ve sınırsız şefkatleriyle öylesine bir sahiplenme ile teslim alıyorlar ki, bunu yıllar sonra idrak ediyorsunuz.
…
DOĞRUYU bilmek bizi kurtarmıyor, evet.
Doğruyu en doğru şekilde yapmak bizi halas ediyor ancak.
Namazın farz olduğunu biliyorsunuz örneğin, ikame etmediğiniz müddetçe sizi kurtarabilir mi?
İstikâmet üzere olmanın lazım geldiğini biliyorsunuz ama siz yürüyüşünüzü yanlış taraflara yaptığınızda bu ne işe yarıyor?
Yalanın yakıcı olduğunu bilmeniz ondan uzak durmadığınızda size fayda sağlıyor mu?
Adalet ilkesine inanmanız onu yürürlüğe koymadığınızda çevrenize zulümden muhafaza ediyor mu?
Günahın günah olduğunu biliyor olmanız tövbe etmedikçe işlevsel mi?
Faizin toplumu yiyip bitirdiğini biliyor olmanız ondan ırak durmadıkça sosyal bir yarar elde ettiriyor mu?
Hayır.
Demem o ki, nine haklıydı.
Doğruyu bilmek kurtarmaz. Bizi ancak bildiğimiz doğruyu ona yakışır şekilde yerine getirmek kurtarır.
Ya Selâm!
23.10.2023