Ebuzziyafe Şevket Baba’dan Kızına İlham İkramları

İkramı geniş, gönlü engin, muhabbeti kavi ve dostları gani olan Ebuzziyafe Şevket Baba’nın bu hallerine yakından tanık olmuştum. Mustafa Özdamar vesilesiyle vasıl olduğum bu cennet havzasına kimler gelmiyordu ki… İlk gittiğimde yazar Vehbi Vakkasoğlu Mesnevi okuyor Emin Işık Hoca şerh yapıyordu. Şehirlerarası konukların da olduğu bu mübarek atmosfere meslek ve meşrep farkı gözetmeksizin herkes geliyordu. Muhabbet devran ediyor, söz yumağı açılıyor ve ilimle irfan birlikte meşk ediyordu. Gönlün sema ettiği bu protokolsüz ortamda Mahir Kaynak’a rastladığımda şaşırmıştım örneğin. Sona doğru müzisyen Hasan Semerkantlı’yi dinlediğimiz bu mekâna Cinucen Tanrıkorur gibi hocalar, Memduh Cumhur, Necmettin Şahinler, Ender Doğan gibi nice ustalar da nefes salmış. Ekrem Demirli’nin her hafta ders icra ettiği Dudullu’daki Birtaş’ta Ömer Türker Hocayı da dinlediğimiz olmuştu. Bu yürek pervaz hava sahasına kimlerin uğradığı uzun ve ayrı bir bahis.

Bugün biz bu mekânın sahibi Şevket Demirci ustanın en küçük kızı Gülcihan Bilim Demirci’nin yeni çıkan “Talay” kitabı etrafında sizler için söyleştik.

UĞUR CANBOLAT

———————–

İş yerinin üst katında aynı kitaptan birçok adet bulunduran ve ehline hediye etmeyi âdet edinen bir babanın kızı olmak nasıl bir yük veya avantaj?

-Sayısız insana, her konuda çok cömert ve ömrünü insanlara bir şey katmaya vakfetmiş bir babanın evlatları olmak takdir edersiniz ki hem lütuf hem de kolay taşınmayacak bir yük. Beklentiyi de arttıran bir baba. Diş kirası dediği hediyeler sadece kitap değildi. Ama isteyene de bazen en ufak şeyde, bir anda en cimri kesilebilen. Ne alırsa, kendisindekinden çok daha fazlasını hediye ettiğini biliyorum.
Neredeyse kendine özel bir masrafı ve keyfi, hatta saatlerce ve deliksiz uyku dahil hiç tatili olmadığını… O, veren eldi.

Ebuzziyafe Şevket Demirci kitaba neden bu kadar önem veriyordu?

-Dönem şartları ve ekonomik sıkıntılardan, köylerde ilkokula kadar belki okuyabilmek de içinde ukde kalmışlardan. Neredeyse çocuk yaşta İstanbul’a gelip, çalışmaya başlamışlardan. Kitap aşkı, sahaflarda bir kitabı ararken başlamış. Oradan da çeşitli dostlar edinmeye başlamış. Bir süre sonra kitap alıp, vermek tutkuya dönüşmüş. Masasında, odasında aynı anda okuduğu 5-10 kitap bulunuyordu. Sonradan bunun da bir eğitim, teknik olduğunu ve “Çapraz Okuma” dendiğini öğrendim. Onun ise birçok şeyi hayatın içinden, muhabbet ile içgüdüseldi. O zamanlar kitap ayraçları da pek yoktu. Kitabı incitmez, incittirmez, çizmezdi. İşaretlemek istediği yerler için formülü aralarına prospektüsler, folyo vb. şeyler koymaktı.

O kocaman kütüphanedeki kitapların tümünü biliyor muydu?

-Evet. Birçok insanın, deneme amaçlı da şahit olduğu en şaşırtan özelliklerinden biri de kütüphanesindeki her kitaba hâkim oluşu ve içeriklerini bilmesiydi. Bahsi geçen bir konu olursa kitabın yerini tarif eder, sayfa bile söylerdi. Öyle de bir hafızası vardı. Bazen, elindeki sinir sıkışmasına da devâ hatıra kaşeleme olayını da abartırdı. Kimileri üşenmeden onu da sayarsa, daha çok kaşe vurmaya başlardı. Bazı şeyleri de duya duya mecbur öğreniyorsun demeyelim, ama ezbere alıyorsun. Kitapları cilt yaptırmak da bir dönemin tutkusuydu. Ve hiçbir kitabı raflarda dursun diye almamış, vermemiştir. “Bazı kitapların üç kez okunma hakkı” olduğunu söylemesi, bu kitap serüvenine biraz temas etmiş herkesin ezberlediği sözlerdendir. Ama uygulayanımız kaç kişi derseniz, birçok şey gibi dökülürüz. Sorardı, anlatır, anlattırırdı. Okumayana da bir daha kitap hediye etmezdi genelde. Buna, bazen biz de dahildik. Hatta kütüphanemi de tekrar revize ettiği ortaokul, lise dönemlerinde sesli okuma ve anlatıma geçmiş, geçirmişti. Buna telefon da dahil.

Özellikle okumanızı istedikleri oluyor muydu?

-Babam, bize Batı Klasiklerinden tarih, dekor ve bilim dergilerine kadar getirmiştir. Çok yönlü ve çeşitli beslendik. Çeşitli ansiklopediler, sözlükler de. Ama hepsine yetebilmek de imkânsız. O, Şark Klasikleri ve asıl çıkış kaynaklarına önem verirdi. Uçlar hariç, farklılıkları sevdiği de aşikârdır. Daha çok güzel ahlak sahibi, hayatta ve insanlarda iz bırakmışları, insan olmayı öğreten ve yaşantıya geçirilebilen şeyleri seviyordu. Yani okuduğunda da hayatında bir şeyleri değiştirecek, yön verecek kitapları ve yaşam edinilecek sözleri. Küçükken, Kur’an öğrenelim diye ve okuduğumuzu görünce teşvik amaçlı ya minik bir hediye ya da sembolik para veriyordu. Ondan hatıra, ilk imzalı kitaplarımdan biri Kur’an’dır. Onun dışında, herkese önerdiği belli başlı kitaplar var tabi. Ama her kitabı da genele tavsiye etmek doğru değil.

Şevket Baba yazmanınızı ister miydi?

-“Bir gün sana, beni soracaklar. Ne diyeceksin?” şiirsimde de özetlemiştim. Önsöz bekleme sürecindeki tekrar okumalarda “Yedi Cüceler” yazımın, beklenmedik istek almasıyla zaten baştan beri niyetimde olan babama ithaf etmek için cevap gelmiş gibiydi. Babama olanların bazıları, onun kitabından oraya taşınınca işler, birkaç tık böyle de değişti. Birkaç yazımı okumuş baba dostlarından ve vaktiyle birkaç öğretmenimden de böyle bir istek ve beklenti vardı. Birçok şey gibi üstüne düşmedim yahut vakti, sırasını bekledi.

Yeni çıkan ilk kitabınız “Talay”ı evvela ona mı vermek isterdiniz?

-İlk ona… “Babam”a başlığıyla… Yani pek bilinip, bahsedilmeyen ama yaşanan Baba Şevket’i de kapsayan, o an aktığı gibi bir yazı yazmıştım. Dışarıdan biraz incindiği demlerdendi. Sadece, ona okumuştum. Duygulanmıştı ve Blog’da yayınlamamı istemişti. Önce yayınlamamıştım. 2007’ler, Blogları da onun için açmıştım. O yazıyı zorla kaç kişiye de okutup, göndertti hatırlamıyorum.
O bloglar da dönemi için ilklerdi. Beklenmedik ilgi de olmuştu. Hâlen bir kitap, albüm gibi hatıra amaçlı bir yeri vardır. Yıllardır aktif olmasalar da hatıradan öte referans, alıntı yeri oldu.

İmzalayacak olsanız babanıza ne yazardınız?

-Öyle bir şansım olsaydı, sanırım kitapta yazdığım ithafa ek not düşerdim. Bize gurur duyulacak bir isim bırakmasını her konuda temelimiz, bizi biz yapan/inşa eden o olmasını kutlardım. Vefatından, 16 sene geçmesine rağmen sayısız insanda aynı tazelikte ve tekrar tekrar hatıralarının gündemde oluşu için de… Bunca yâd edilmek ve çok insanda iyi ki’ye bir de “keşke”ler bırakmak, herkese nasip olmayacağı için de…

Kitapta yakazaya benzer babayla ilgili duygusal iletişimlerin izleri ne kadar?

-İnsan, bazen her şeyi anlatıp tanımlayamıyor. Anlatmayı başardığının da yaşamışlığı yoksa karşındakinde bir anlam bulamıyor. Aslında, gerçekten yaşandı. Tıpkı, Senin Şeb-i Aruz’un demimdeki gibi. Gerçekte mi, oldu yakaza mıydı? Bazı şeyler binlerce kişi de olsa, kişiye özel farkındalıktır.

Kitabın neden sizin sunuşlarınızdan sonra üç önsözü var?

-Benim için önemli isimler. Çok eskilerden, çok ortak payda ve yaşanmışlıklarla da. Kitabı çıkartmaya karar verip vazgeçmelerim, ne gerek varlarım ve yoğunluk sürerken finali de bir günde oldu diyebilirim. Hep aklımda en azından 5 isimden biri de sensin. Ama önsözler gerektirecek akademik veya çok önemli birinin yazmaları değildi. Artık baskıya gönderme kararım sürecinde sadece teklif olarak rica ettim. Bir okuduktan sonra, kararı kendilerine bırakarak. Gücenme, kırılması olmaz böyle şeylerin. Benim için yerleri de değişmezdi. Vefâ borcum olarak da sayılsın istedim. Şükür. Hem anlam kattılar hem birçok insanın hayatında hatıralar canlandıracaklardandı. Yani dosttular bana, bize ve elbette babama. Benim için bir kitaptan, hatıradan özel anlamı oldu. Hepsine hürmet ve teşekkürlerimi buradan da gönderiyorum. Allah mahcup etmesin. 

Kitabınızı tür olarak tanımlayacak olsak ne demek uygun olur?

-Edebiyat, deneme sınıfında olsa da… Kendi uydurduğum türle: “Şiir tadında, türlü.” Olmaz mı? Ezberi bozan, farklı bir bakış, soluk ve sistematiklik dışı.

Dört bölümden oluşuyor, bunları ayrıştıran husus nedir?

-Böyle şeylerin kısa hikâyesi olmaz, ama dört yön ve unutulmuş bazı şeyler gibi. Eski gelenekler, köylerde yaşam biçimi olan ama sanki sonradan ve başkalarından almışız gibi farklı şekilde sunulunca ve artık olmadığında değerlenenler gibi. Kendimce “Long Table” (Uzun Masa’nın) başka versiyonunu bu kitapla kurup, dört farklı ana konuya ayırdım. 

Babamın ziyafet sofralarından bahsedilir ya en çok. Aslında o sofralar da bu tür kazanımlar için ömrünü vakfetmiş insanların gayretinden kuruluyordu. Herkes bir kelime öğrense, hayatına ve başkalarının hayatına bir şey katsa… İyi bir şey veya bir meslek öğretseydi, birbirinin elinden tutsaydı insanlık alemi böyle mi olurdu diye sesli düşünceler ve kendimle konuşmalardan oluşan bir kitap.

“Talay”; aslında bu zamana kadar oraya buraya yazdığım kısa cümlelerimin beklemediğim bir kitap oluşu. Mektup tadında güncem. Tarihe kendimce notlar, hatıra ve hatırlatmalar. Güzel Atlılar ’a vefâ, geleceğe bir katre de benden olsun düşüncesi. Herkesten bir parça dediğim; kendi üstümden sayısız insanla temasın da iyi/kötü etkileşimlerinin minik bir kılavuzu. 

Önsöz girişim ve insanlık âlemine ithaf, mektubum gibi aslında kendine pay çıkaran herkese. Vefanın semt adı kalma demlerine. Hatırların, saniyelere düşmesine. Her şeyin değersizleştirildiği bir dönemeçten geçerken söylenmemiş iyi şeylerin, sese ses vermenin de neler kurtarabileceğini, yapılandırabileceğini başta kendime tekrar hatırlatma amaçlı. Bu sebeplerle de ona konuşan, temas eden “canlı kitap” dedim. Hiç kitap ithaf edilmişler dahil, kuşatıcı. Kitaplar da biraz insandır çünkü sözcükler de insandan çıkar. Rast gele açtığında, sadece bana değil herkese bir nebze cevap veriyor. Uzuna uzun, kısaya kısa diyecekler için de bir kitap değil. Herkese göre de değil. Öyle bir amacım ve kaygım da hiç olmadı. 

İlhama dayalı anlık gelişler, doğuşlar hissi veriyor, doğru mudur?

-Evet, kimilerine ilham/doğuş deniyor sanırım. Fakat bende tanımı yok.

Rüzgâr ve cemrenin nasıl bir ilişkisi var?

-İlk ismi: Rüzgâr’dı. Ama baktım ki esmesi de nereden eseceği de durmuyor ve o kısacık kitap bitmiyor. Kendimin de tanımlayıp, tarif edemediklerinden. Bu süreçte kaçıncı tekrar okuyuşum olsa da benim de kime, neye bilmediklerim devam ediyor.
Cemre ise belki de bu son üç ayımı anlatıyordu. Bölüm adlarını da mizanpaja giderken netleştirdim. Şubat sonları İstanbul’a, posta posta da olsa beklenmedik süre uzundur beklenen kar yağdı. Akabinde Cemre düştü. Tevafuk üç önsüzümde o süreçte geldi. Önsözleri beklediğim aşamada, kitabın adını değiştirdim ama şiirsi başlığı duruyor. O süreçte girişi, babama ithaf ettim. Hastalık derecesinde kitap seven biri olarak da en güzel hediyelerdendi. Onun kitabının üzerinden de tam on sene dolmuş.

Memduh Cumhur ve Hikmet Barutçugil’e ithaflar var. Bu bir vefa mı?

-Bestesini Cinuçen Tanrıkorur’un, güftesini Memduh abinin yazdığı babama ithafen, dört mısralık Ebuzziyafe şiiri vardı. Karşılaşsak da geç tanıştıklarımdandı. Bir müddet şiirlerini ve hicivlerini göndermişti. Aşık atamayacak olsam da bazen karşılamamdan hoşnut oluyordu. Çoğunu bir kenara not almadığıma pişmanlıkla da onunla çıkmışlardan birini ona ithaf etmek istedim. İkrâma, minik bir hediye ve vefâ. Teşekkür niyetine.

Hikmet hoca da çok eski dostlardan. Bir dönem bir hayalinden bahsetmişti. Yıllar sonra, bir ortamda karşılaştığımızda bu müjdeyi vermişti. O akşam defterime dökülenlerden bir hatıra ve dua.

Kaybedenlerin Türküsünden bahsediyorsunuz. Türküler kaybedişlerin gönle vuran seslenişleri mi?

-Türküleri de benden iyi bilirsiniz. Genelde de kaybedişlere, keşkelere yakılmıştır. Kaybedenlerin türküsü de tüm insanlığa atfen birden çıkmışlardan.

Bütün ilimler sizde, aşk bizde olsun diyorsunuz. Bu ne demek?

-“Aşk bizde olsun” tabi. Çünkü ben aşk ve sevginin gücüne inananlardanım. Bir insanı, canlıyı iyi anlamda en dönüştürücü kuvvet. Bir insanı, bir şeyi gerçekten sevmemiş ve merhameti olmayan ilimlerden de Allah’a sığınmak benimkisi. Bilgi çağında yeni doğanlar bile bizden çok şey bilebiliyor. Ama ben, giderek söze delil olan elle tutulur, gözle görülür fiiliyatı sorguluyordum.

Yazdığın herkesin, yaşadığın senin deniyor bir yerde… Yazılan genellikle yaşanmayan mı?

-Her yazılan değil tabi. Yazanlar bilir, çekenler gibi. Ama yazılmayan da çok daha fazlasıdır. Hiç yazılmamış da. Ama insan, hiç yaşamadığı ve taşımadığı şeyleri de yazabiliyor. Yazmak, başkalarına da açmak olunca bazı şeyler özelliğini yitirdiği ve okuyanın, işitenin penceresine geçtiği için yazandan çıkıyor.

Dağların “Ulu” olanlarına vurgunluk nereden geliyor?

-Çocukluğumdan beri tabiat ve barındıklarını severim. Elbet büyük insanları da. Dağ metaforu da çoğu insan için ve çeşitli kültürde farklı anlam ifade edebilir. Bendeki yeri heybetlerinin yanında nokta gibi kalışımızı idrâkimiz ve yeryüzünün direkleri oluşu.

Aşk ve hüznün ortaklığı nedendir size göre?

-Aşk ve hüzün ortak mı, bilmiyorum. Bu bize biraz Yeşilçam ve arabesk kültüründen öğretilmiş gibi geliyor. Benim kanımca neye olursa olsun aşk, yıkıp yeniden inşa edebilen bir şey. Hüzün ise tek kişiliktir genelde.

Avcıya bilerek av olmanın izahını nasıl yapıyorsunuz?

-Avcıya bilerek av olmak, benim gibi birçok şeyden kaçmış, geri durmuş.. Fırsat olarak da değerlendirmemiş, belki birçok insan için nimet benim için zulmet olmuşlarla birlikte bugün nasıl size av oluyorsam öyle bir şey. Artık biraz akışa ve aklımda bile yokken hayatıma giren şeylere teslim olma sürecindeyim. Baktım benim dediğim ve istediğim gibi olmuyor, bir de böyle deniyorum.

Babanız için mi “Sen uyudun, ben uyandım” göndermesi?

-Hem babam için hem de bizler için erken göçenler için. Ve gidişatımız için. Sanki global bir hipnozun içindeymişiz gibi geliyor. Kimsenin yanındakinden haberi yok gibi. Güvenler ve iyilikler kırıldı. Aslında kendini de tanıyıp, bildiği yok. Bunca kayıtsızlıklar, arayışlar, tatminsizlikler ve memnuniyetsizlikler, kronikleşen mutsuzluklar normal olabilir mi?

Suyun taşıyacağına güvenirken neden insanların taşımasına tereddüt gösteriyorsunuz?

-Giderek yalnızlığın tercih olduğu bir âlemde insanı, en çok insanın yorduğuna beis yok. Tuzlu su, gemileri bile taşıyor ama… Bir yerden sonra, her anlamda yükleri azaltmak, yük olmamak ve yüklenmemek hatta beklemek yerine bir el olmak gerekmiyor mu?

Bir yerde “Kabul ettiğimi, tekrar kabul ettim” diyorsunuz. Muradınız nedir?

-Kabule geçmenin zor olduğu her şeydir. Zaten ilk etap da kabul etmek değil mi?

Müneccim muradına eremedi diyorsunuz, bu kitapla sizin muradınıza erdiğinizi düşünebilir miyiz?

-Muratlarımdan birine, sözümü de tutmuş olarak erdim. Bazı şeyler lütufla bazı şeyler gayretle olurmuş. Daha iyileri, dileyen herkesin gönlünce olsun.

İnsan cümle içinde nasıl kurulabilir?

-Cümle içinde insanı kurmak kolay ama insanın, cümle kapısı ve cümleye kapı olduğunu taşıması zor.
Söz sihirdir, mühürdür ve insana döner diye de söz cambazlarındansa genelde sükûtiler kazanmıyor mu?

Kitabınıza okuyucu nasıl ulaşabiliyor?

-Şimdilik baştaki niyet ve plansız gelişmeler sonucunda dostlara ufak bir hediye ve hatıra tadında büyük kısmını tükettim. Dualara ve yüzlerde en azından tebessüm bırakmaya talip olduk. Sonraki aşama için rüzgâr nereye götürecek bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yine bir kitabın buluşturduğu güzel ve beklenmedik gelişmeler.

Yeni çalışmalar olacak mı son olarak?

-Bitmiş sayılabilecek üç dosyam daha beklemede. Nasip diyelim.

Son olarak: Tek tek isimlere girip yer işgal etmek istemem. Onlar, kendilerini biliyorlar.
Kitap sürecinde de baştan, sona emeği geçmiş, katkı sağlamış güzel dönüşlerini eksik etmemişlere… Eskiden beri, orada olduğunu bildiklerimden olduğunuz için ve bu ilk söyleşim için size teşekkürlerim ile.

02.07.2025

https://www.istiklal.com.tr/ilham-ikramlari

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir