Dünyanın pek çok yerinden dökülüp gelen insanlar Hz. Mevlana’da ne buluyor acaba?
Onun sema etmesinde insanın kendisiyle yüzleşmesine yönelik ne gibi derinlikler söz konusu?
Musiki ve şiir dünyasına kazandırdığı sanat insanlarının kültür hayatımıza ne gibi katkıları olmuştur?
Tüm bunları Sema Eğitmeni Neyzen Serkant Dervişoğlu ile sizler için konuştuk.
UĞUR CANBOLAT
———————————-
Şeb-i Arus’un yaşandığı bu haftalarda görüşünüze başvurmak istedik. Size göre Hz. Mevlâna bizim için ne ifade ediyor?
-Hz. Mevlâna, bugünkü Belh’te doğup coğrafyamızda yaşayıp sırlanmış büyük bir mutasavvıftır. Tabii kendisini bu kadar önemli yapan şey, Şems-i Tebrizi ve yazılı bir eseri olmasıdır. Mesnevisi, Divan-ı Kebir’i, Fih-i Mâ-Fih ve Mecâlis-i Seb’a eserleri kendisinden feyz alınarak kurulan Mevlevilik, bir kar topu etkisiyle büyüyerek bugün okyanus aşırı ülkelerde bile sevilip anlaşılmaya çalışılmış ve birçok insanın İslam dinine girmesine vesile olmuştur. Dolayısıyla Hz. Mevlâna, bugün sade bir “Aşk insanı” gibi benzetmelerin ötesinde, eseriyle bir toplumu şekillendiren bir insan olmuştur. Haliyle bugün ve kıyamete kadar sevilen ve anlaşılmaya çalışılan bir öncü olacaktır.
Eserleri dediniz, bu eserlerin içerikleri hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
-Elbette, aslında burası ilginç bir konu. Biz biliyoruz ki Hz. Mevlâna ve etrafındakiler, tarihe mal olmuş hem mânâ âleminde hem de madde âleminde yer tutmuş şahsiyetlerdir. En başta Şems-i Tebrizî, başlı başına Divan-ı Kebir’i onunla ilişkilendirebiliriz. Hatta Hz. Mevlâna sürekli ona atıfta bulunur ve ismini anar. Öyle ki, bu kırk bin beyitlik muhteşem eserin diğer adı da “Divan-ı Şems”tir. Diğer önemli karakter ise Hüsameddin Çelebi’dir.
Ancak aileden olmadığı biliniyor Hüsameddin Çelebi’nin, değil mi?
-Evet. Malumunuz Hz. Mevlâna’nın soyundan gelenlere Çelebi denir; lakin Hüsameddin Çelebi aileden biri değildir, bu ona mahlas olarak verilmiştir.
Başka örneği var mı peki bunun?
-Bu sorunuzu şöyle cevaplayayım. Hüsameddin Çelebi bana hep Selman-ı Farisi’yi hatırlatır; kendisi, Efendimiz’in “Manevi olarak ehl-i beytimizdendir” demesi gibi gelmiştir. Hüsameddin Çelebi, daha sonraları Mesnevi’nin bir diğer adı olan “Hüsamname”de, Hz. Mevlâna tarafından söylenecektir. Hüsameddin Çelebi, Hz. Pir’e, “Biz niye diğer Sufi büyüklerin kitaplarını okuyoruz, başka tarikatlarda olduğu gibi?” der Hakim Senai ve Attar gibi sufilerin eserlerini kastederek. Hz. Mevlâna da der ki, “Eğer sen yazarsan ben söylerim,” der ve o meşhur hikâye başlar: Sarığından çıkardığı ilk on sekiz beyti verir ve Hüsameddin Çelebi, yirmi altı bin beyitlik bu büyük eseri yazmak için peşinden ayrılmadan yıllar geçirir. Mesnevi, topluma mal olmuş ve sınırları coğrafyayı aşarak okunan, bir gelenek haline getirilip bir kürsüsü olan bir eser olmuştur.
Mesnevi bir kürsü gelenek dediniz, tam olarak neyi kastettiniz, biraz açabilir misiniz?
-Tabi. Mesnevi ve bunları okutan kişilere “Mesnevihan” denir. Bu gelenek, öncelikle Hz. Mevlâna’dan sonra oğlu Sultan Veled tarafından kurulan Mevlevilik tarikatıyla beraber, Mevlevi dervişlerini terbiye etmek ve kendilerini tanımaları, haliyle Allah’ı tanımak ve Peygamberimize indirilen kitabı anlamada büyük bir yardımcı rol üstlenildiği inanılan bir eserdir. Yolun piri olarak Hz. Mevlâna, sevdalılarının Kur’an’dan sonra baş ucu kitabı olmuştur. Tarikatın içinde düzenli, sistematik bir şekilde okutulmuş, bu eser üzerinden ders verilip, bu eseri okutmaya muktedir olan kişiler yetiştirilmiştir. Bu, artık olmazsa olmaz hale gelmiştir. Mevlevilerin bu eser üzerinden yarattığı etki, toplum içinde diğer insanlara da sirayet ederek Mevlevi tekkelerinden dışarı çıkıp halkla buluşup kurumsal yapılar haline gelmiştir ve birçok Mesnevi tercümesi yapılmıştır. Bu, artık önü alınamayan bir sevdaya dönüşmüştür. Mesnevihan yetiştiren yerler, Mevlevi olmadığı halde Mesnevi okutan başka tarikatlar; on dokuzuncu yüzyılda Nakşi Mesnevihanlar yetişmiştir. Hatta Selatin camilerde Mesnevi Kürsüsü olup okutulmuştur.
Biz Hz. Mevlâna deyince giderek hep bildiğimiz sema ve semazenleri anlıyoruz. Bugün bunu nasıl anlamalıyız? Gözümüzden kaçan bir şey var mı bu hususta?
-Çok doğru. Açıkçası gözümüzden kaçan çok büyük şeyler var. Öncelikle sema, insanlara cazip gelen görsel bir ilahi vecd halidir. Elbette unutmamalıyız ki, musikisi tamamen orijinal ve bu ayinler için özel olarak bestelenmiş şaheserlerdir. Her biri âdeta rengarenk ipek halı gibi dokunmuştur. Mevlevi musikisi ve semayı bir arada düşünmeliyiz; orada musiki hep unutuluyor, tabii insanlar haklı olarak semazenleri görüyorlar.
Başka gözden kaçan neler var?
-Şimdi gözümüzden kaçan önemli başka bir şey var: Hz. Mevlâna’dan önce de sema vardı, bugünkü şekliyle değil tabii ki. İnsanlar bir coşkunluk halinde dönme hareketini sergiledikleri tarihi bir vakıa. Hz. Mevlâna bunu meşhur eden biridir. Hazret, bir vecd halinde, tabii o ana kadar yaşadığı hayatında ve nefsinde feda ettikleri, ilmi birikimi, feyz aldıklarının neticesinde bir hal sergiliyor. Semaya kalkıp o vecd halini sergiliyor. Bunun elinde olduğunu pek düşünmüyorum.
Yani ne demek istiyorsunuz?
-Şunu demek istiyorum: Bu hale gelene kadarki kısmı genelde atlanılıyor ve bilmek işimize de gelmiyor. Kimse rahat ortamından vazgeçmek istemediğinden, direkt şekle ve kolaya kaçınılıyor. Hz. Hüdavendigâr’dan sonra da buna Mevlevilik dikkat ediyor ve o hali yakalasınlar diye bir terbiye metodolojisi geliştirilmiş. Bin bir gün gibi yaklaşık üç seneye varan bir çile… Bunu diğer sufi tarikatlardaki erbain, yani kırk gün çile gibi düşünmeyin; bunu Mevleviler, on sekiz iş koluna bölerek farklı işlerde çalıştırırlar. Haliyle modern yaşamımız bu süreyi de zihin yapısında ıskalar. Bu, çok ciddi bir fark. Kişi burada uzun bir terbiye, ilim tahsili ve hallere maruz kalıp sema etmesiyle Fatiha bile okuyamayan birinin arasında fark olacağı kesindir. Tabii bu benzetme ile herkes ne demek istediğimi anlamıştır. Allah bilir, insanların gönlünden geçeni… Orası ayrı bir konu. Bu da bizi koskoca bir yapının, yani şöyle düşünebilirsiniz: Hz. Mevlâna türbesindeki yeşil kubbenin bir çinisi gibi bir durum bu. İşte o bir tek çini, sema… Koca kubbeyi ve muhteşem yapıyı görmezden gelmek biraz üzücü bir durum.
Hz. Mevlâna, sema deyince ne demek istiyor?
-Hz. Mevlâna, yukarıda bahsettiğim Mesnevi’nin ilk yazılış hikayesindeki meşhur on sekiz beytinin başında söylenen “Bîşnev” ile ciddi bir ilişki kuruyor. Bîşnev, malumunuz, dinle demek. “Dinle neyden, zira o, bir şeyler anlatmada, ayrılıklardan şikâyet etmededir” diye devam eder bu eser. Hz. Mevlâna demek ki bir şey duyuyor.
Sema duymak anlamına geliyor değil mi zaten?
-Evet. Sema, işitmek manasına gelir. Duy, işit, dinle… Bugün yoksun olduğumuz bir konu ve çok üzülerek söylüyorum, çok önemli bir hadise: İnsanların dinlememesi.
Tam olarak ne demek istiyorsunuz?
-Eskiden iyi niyetliydim bu hususta; dinleyemiyorlar diyordum. Baktım ki kendimde ve etrafımda hususi olarak dinlemiyorlar. Yani bilinçli bir hal bu. Hz. Mevlâna, işitmenin, farkında olmanın, dinlemenin yarattığı etkiyi gören büyük şahsiyetlerden biri. Mesela diyor ki: “Biri için bir şey yapamıyorsun, bari onu dinle. Anlatsın, içini döksün. Bir şey söylemene de gerek yok; kendini yargılanmadan ifade ederek paylaşmaya ve anlaşılmaya ihtiyacı vardır.” Muhteşem bir öğüt değil mi bu?
Kesinlikle muhteşem bir öğüt, insana verilen kıymet…
-Aynen öyle. Sırtını çevirmiyor, Allah’ın yaratmış olduğu varlığı yok saymıyor. İnanın, hepimizin buna ihtiyacı var. Düşünsenize kimse sizi dinlemiyor; yavaş yavaş erirsiniz. Bu önemli bir konu bence. Sosyolojik bir tavsiye de olsa ve din bir yaşam biçimi ise ve beraber de yaşıyorsak, bunlara dikkat etmemiz gerekiyor.
Yani bu o zaman görsel bir olay değil, daha derin…
-Elbette. Hz. Mevlâna, öyle durduk yere sema etmiyor. Ona bakarken bütünsel bakmamız gerekiyor. İnsan-Tanrı ve insan-insan ilişkisinde nasıl bir bağlantı var? Bunlar sizin yaşam biçiminizi ve maneviyatınızı nasıl geliştirdiği ortada, görüyoruz; kendisinde ve kendimizde.
Birazda Hz. Mevlâna’dan sonra Mevleviliğin nasıl teşekkül ettiğinden bahsedebilir miyiz?
-Tabi. Hz. Pir’in vefatından sonra yerine Sultan Veled ve Hüsameddin Çelebi şeyh olarak kabul edilmiş; Hüsameddin Çelebi posta geçmiştir. Onun da göçmesinden sonra Sultan Veled posta geçerek Mevleviliğin yolculuğu bu vesileyle başlamıştır.
Mevlevilikte Sultan Veled kimliği önemli o zaman?
-Evet, Sultan Veled büyük bir insandır. Dediğimiz gibi, Hz. Mevlâna yalnızca kendisi değil, etrafındaki insanları da tarihte büyük bir rol üstlenmeye vesile etmiştir. Mevlevilik içinde en büyüklerden biri oğlu Sultan Veled’dir.
Mevleviler arasında saygı gördüğünü de söyleyebilir miyiz?
-Kesinlikle. Kendisi, tabiatı itibariyle babasının yolundan giden ve onu iyi anlayan şanslı bir evlattır. Babasının övgüsüne, Şems-i Tebrizî’nin takdirine, dedesi Sultanü’l-Ulema’nın sevgisine, Çelebi Hüsameddin’in saygısını kazanmış ulu bir zattır. Mevleviler arasında da çok saygındır.
Peki, babası gibi eser veren bir zat mıdır?
-Evet. Kendisi de babası gibi eserler vermiştir. Yine altını çizelim: Eser ortaya koymaları, onları tarihte önemli bir kazanım haline getirmiştir. Şifahi bilginin daldan dala konarak ne hale geldiğine hepimiz hayatımızda şahit olmuşuzdur.
Mevleviliğin erkanın oluşmasında da etkin midir?
-Çok etkindir, doğru. Sultan Veled, bu müesseseyi düzenli ve yaygınlaştırma işine başlamıştır. Hatta belki ileride bahsederiz, Sema Ayin-i Şerifi’nin ilk bölümünde “Veled Devri” dediğimiz üç selamdan oluşan kısım onun dönemine aittir. Arkasından gelen Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi de babasından aldığı bayrağı ileriye taşımış, diğer şehirlerde tekkeler açarak Mevleviliği yaygınlaştırmıştır. Malum, toplum ve dönemin iktidarı tarafından da inanılmaz bir hürmet gördüğü için devletin desteğiyle de yaygınlaşarak büyümüştür.
Nerelerde Mevlevihaneler var?
-İlk tekke, bugün Hz. Mevlâna’nın türbesinin olduğu yerdir. Merkez olarak kabul edilerek yayılmıştır. Selçuklulardan sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu’yla fethedilen her yerde Mevlevihaneler kurulmuştur. Balkanlardan Mekke’ye kadar düşünebilirsiniz. Bugünkü birçok vilayetimizde mevcuttur. İstanbul, başkent olmasının etkisiyle beş tane Mevlevihane’ye ev sahipliği yapmıştır: Galata, Yenikapı, Bahariye, Kasımpaşa ve Üsküdar Mevlevihaneleri. Üsküdar Mevlevihanesi biraz küçük bir yapı olup daha çok zaviye gibi düşünülebilir; ama diğerleri bir hayli teşekküllü yapılar olup adeta âsitane gibidirler.
Bu Mevlevihaneler topluma ne gibi katkılarda bulunmuştur? Kimler yetişmiştir bu ocaklardan?
-İnanılmaz bir katkısı olmuştur. Hatta daha ileri gitmek gerekirse, sarayın âdetlerine bile şekil vermiştir. Bugün Klasik Türk Müziği’nden bahsediyorsak bu, Mevlevilerin sayesindedir. En meşhuru, malum, Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’dir. Tekbir ve Salavat-ı Şerif’in bestecisi Itri Dede, Türk müziğinin en güzide şarkı, peşrev ve saz semaileri ile, en büyük formu olan, adeta bir senfoni uzunluğundaki Mevlevi Ayinleri’ni günümüze kadar bozulmadan taşımıştır. Elbette birçok müzisyenin yetişmesine ilham kaynağı oldukları tartışmasız bir gerçektir.
Sadece musiki değil sanırım, şiir açısından da önemli bir mektep değil mi?
-Aynen öyle. Sadece müzik değil, şiirde de çok kudretli insanlar yetişmiştir. Örneğin Şeyh Galip Dede, hele onun “Efendimsin cihanda itibarım sendendir” diye başlayan şiiri, olağanüstüdür. Saat yapmaktan hüsn-ü hat sanatına kadar birçok alanda Mevleviler ve Hz. Mevlâna’dan etkilenerek sanatını geliştirenlerin sayısı oldukça fazladır. Hemen hemen her müzisyen, Mevlevilerden etkilenmiştir; bu tartışılmaz bir gerçektir.
Bugün biliyoruz ki sema, Mevlevi müziği ve Hz. Mevlâna’dan insanlar etkileniyor. İnsanların yaklaşımı nasıl ve özellikle yabancıların?
-Allah türlü türlü insanlar ve bilinçler yaratmış. Seven de oluyor, doğal olarak sevmeyen de… Bu, hayatın içinde olan bir gerçek. Seven insanların birçoğu, semazenlerin bu vecd ile dönüşlerinden etkileniyor ve bunun ilahi bir şey olduğunu; tarif etmekte zorlandıkları bir manevi yaklaşımı yansıttığını söylüyorlar. Bazıları, ney sesinin iç dünyalarındaki huzursuzluğu yatıştırdığını, bir dinginlik hissettiklerini ve rahatladıklarını ifade ediyorlar.
Bu güçlü etki sadece bundan ibaret olmasa gerek, değil mi?
-Değil. Bütün olarak baktığınızda, Mevlevi Ayini’nde sesler, enstrümanlar, okuyucular, dönüş, kıyafetler… Hepsi, kişinin içsel ve dışsal bir arada manevi hissiyatını tetikleyen bir yüzleşmeye sebep olabiliyor. Yabancılar da aynı şekilde etkileniyor. Bazıları da Hz. Hüdavendigâr’ın eserlerinin kendilerinde yarattığı etkiyle içsel bir doyum yaşadıklarını ve hayatlarında bir karşılığını buldukları için, her sene olduğu gibi Şeb-i Arus törenlerine gelip bizimle anma etkinliklerine katılıyorlar.
Çoğu Hz. Mevlana’yı İslami kişiliği ile mi görüyor, hümanist görülmesi mesela…
-Her yabancı, Hz. Pir’i İslam dinine bağlı bir şahsiyet olarak görmüyor doğru; onu bir düşünür ve şair olarak önemli buluyor. Eserlerinde, hayatlarının bir anlam kayması yaşadığı yerlerde cevap buldukları kişi olarak görüyorlar. Öyle veya böyle, insanlar ona büyük bir hürmetle geliyor. Belki de neye ihtiyaçları varsa, onu verecek kişi olarak görüp gelenler de çok. Bunu unutmamak lazım. Yeryüzünde en çok ziyaret edilen İslam dinine mensup bir şahsiyetin, gayrimüslimler tarafından da bu kadar rağbet gördüğü başka bir örnek var mı acaba?
Bu etkilenmeye örnek olabilecek Üçüncü Selim’e ait bir hatıra vardır anlatılan. Yeri gelmişken onu alabilir miyiz sizden?
-Üçüncü Selim, Galata Mevlevihanesi’nde başını İsmail Dede Efendi’nin dizine koymuş ve “Dedem, bana Hz. Pir’in kerametlerinden bahseder misin?” demiş. Dede Efendi, “O dönemdeki kerametlerden mi, şimdiki kerametlerinden mi?” diye sormuş. Bunun üzerine Cihan Padişahı hemen doğrulmuş ve “Bugün de mi var?” demiş. Dede Efendi, “Olmaz mı sultanım? Koskoca Cihan Padişahı başını bu fakirin dizine koymuş, dinleniyor; bu kerameti değil de nedir?” demiş. Hakikaten öyle; dünyanın her yerinden insanlar onu görmeye geliyor. Bu, hayret verici bir hadise.
Son olarak, Şeb-i Arus bizim için ne ifade ediyor?
-Tabii ki özellikle Mevleviler için bir hüzün… Malum, bağlı bulundukları yolun piri, ilham kaynağı, feyzi, neşesi; Allah’ı ve dinlerinin iç dünyasını ve kendilerini keşfetmelerinin inceliklerini öğreten bir insanın göç edişinin üzüntüsü… Bir yandan da sevgiliye kavuşmasının vermiş olduğu, yani vuslat hali olması hasebiyle, derin bir coşku ve huzur verdiği aşikâr. Koskoca bir külliyat ve miras bırakmasını, ahde vefasını hisseden ve onların aynı duyguları yaşama arzusunda olan insanlar; Mevleviler ve Hz. Mevlâna sevdalıları için… İsterseniz kendisine bırakalım, Şeb-i Arus için ne diyor: “Şeb-i Arus’tur, yani ‘Düğün Gecesi’dir. Bana yazıklanmayın, bana ‘elveda’ demeyin; benim ölümüm, tohumun toprağa düşmesi gibidir.”
Son demiştim ama Mevleviliğin ikinci merkezi olarak kabul edilen Afyon Mevlevihane’sinin önemini sormazsam eksik kalır…
-Anadolu’da pek çok şehir merkezi yahut ilçelerinde tespit olunduğu kadarıyla yetmiş bir, Anadolu dışarısındaki muhtelif ülkelerde de kırk altı civarında Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Bu Mevlevihanelerden on beş tanesi âsitâne , diğerleri zâviye olarak kullanılmıştır. Âsitânelerin başında Konya Merkez-Âsitâne-i ‘Aliyye gelmektedir. Ondan sonra da derece itibariyle Afyonkarahisar gelmektedir. Hz. Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında kurulmuştur. Sultan Dîvânî ile Mevlevîhâneye daha fazla rağbet edildiği kanaatindeyiz. Zira Sultan Dîvânî’nin teşkilatçı, devlet yöneticileri ve ileri gelen kişilerle iyi geçinen, onlarla diyalogunu kesmeyen pervasız, dîvâne ve seyyah bir kişiliğe sahip olması onu öne çıkaran ve haliyle Mevlevihaneninönemli bir konuma oturmasını sağlamış. Mevleviliği yaymaktaki kudreti ve tarifsiz cazibesi ve eseriyle unutulmaz bir kişilik halini almıştır. Galata Mevlevihane’sinin kurulmasında bile parmağı vardır. Hatta daha ilerde Mevlevihane onun adıyla anılmaya başlayacaktır Sultan Divani Mevlevihanesi.
SERKANT DERVİŞOĞLU KİMDİR?
1981 yılında Ankara Nallıhan’da babasının memuriyeti sebebiyle üç kardeşten en küçüğü olarak dünyaya geldi. İki yaşındayken İstanbul’a geldi, hala burada ikamet etmektedir. Öğretim hayatı burada devam etti. İşletme okudu. Şimdilerde ise felsefe okumaya devam ediyor. Yirmili yaşların başında Hz. Mevlana’nın temsilcileri ile tanıştı. Bu yolda hizmet etmeye devam ediyor.
18.12.2024