UĞUR CANBOLAT
SERFİRAZ dikkat çeken bir çocuktu. Küçüklüğünden itibaren diğer kardeşlerinden farkı hemen anlaşılıyordu. Kendine mahsus bir yapısı vardı. Kolay kolay ağlamazdı. Yaşıtları gibi mızmızlandığı illa şunu isterim diyerek tutturduğu ise neredeyse hiç görülmemişti. Oynadığı oyunlarda da farklılıklar vardı. Her oyuncağı tercih etmezdi. Kendince bir dünyası vardı ve genellikle de kendisi kendisine yetiyordu. Bu sebeple illa birileri kendisiyle oynasın talebi olmazdı. İsteyenlerin hepsini de kabul etmezdi ayrıca. Sanki tamamlanmak için başkasına ihtiyaç duymayacak kadar bir doluluktaydı. Elbette bu durum garipseniyordu ailesi ve çevresi tarafından. Tam olarak anlaşılmıyordu. İzah edilemediği için sadece “Garip bir çocuk” diyorlardı. Zamanla bu yargı “Serfiraz işte” şeklini almıştı.
…
SERFİRAZ küçük yaşlarından itibaren gökyüzüyle haşir neşirdi. Uzun uzun bakardı. Hatta oynarken genellikle çimlerin üzerine sırt üstü yatar bulutlarla söyleşirdi. Elindeki bez bebekleri bu oyuna katar onları da bulutlarla arkadaş kılardı.
Yaz akşamları damda geçtiğinden aynı şeyi burada da tekrarlardı. Ailesi günlük yorgunluğu serinlikte çay ve muhabbetle izale etmeye çalışırken o yıldızlarla komşuluk etmeyi tercih ederdi. Her birine bilinen isimlerinden farklı adlandırmalarla hitap ederdi. Belli ki o yaşında bile muhayyilesi genişti. Onlara kendince roller yükler sanki bir tiyatro oyunu kurgular gibi konuşmalar yapardı.
…
MİZAH yazarı oldu Serfiraz.
Minik skeçler yazmaya ortaokul sıralarında başladı ve dikkat çekti. Öğretmenlerin teşvik etmesiyle işi ilerletti. Neşredilmiş ne kadar mizah kitapları varsa edinmeye çalışıyor alamadıklarını da kütüphaneye giderek okuyordu. Gürbüz Azak ustanın 1977 yılında “Nedim Gürbüz” imzasıyla yayınladığı “Kaybolan Kuyruk” ile başlamış ertesi sene yine aynı yazarın “Reis Ne Almış” kitabıyla sürdürerek kendine bir istikamet belirlemeyi hedeflemişti. Kendince bir çizgi belirledikten sonra Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” serisini içer gibi okumuştu. Aziz Nesin’in sonradan filmi çekilen “Zübük” kitabını da sevmişti. Muzaffer İzgü’nin “Donumdaki Para” ile Orhan Kemal’in “Murtaza” yine Rıfat Ilgaz’ın “Radarın Anahtarı” o yılların kendisi için başlangıç kitaplarıydı. Daha sonra okuma alanını giderek çeşitlendirip genişletti ve çok güzel oyunlar yazmaya başladı.
…
SERFİRAZ muhteşem bir gözlemciydi. Nükte ve hikâyeleri toplumdan bu şekilde topluyordu. İsmine uygun bir yaşamı vardı. Ser Farsçada baş anlamına geliyordu, firaz ise kaldıran, yükselten demekti. İki kelime birleşince anlam; başını kaldıran, olup bitene bakan, yorumlayan, anlam çıkaran ve yer yer anlam yükleyen demek oluyordu onun için. İşte bu sebeple başkalarından farklıydı. Benzerlerinden düşünce bakımından üstündü. Yüksekti. Mümtazdı. Algılaması güçlüydü.
…
SERFİRAZ sevdi ve çok sevildi.
Kalbine mukabil bir kalp bulmuştu. Ki, bu her kula nasip değildi. Eşi de eğlenceliydi. Her konuya ilişkin neşeli bir hikayesi mutlaka bulunurdu. Arkasından bu çağrışıma uygun olarak bir türkü bağlaması ise artık âdetten olmuştu ve bu Serfiraz’ın pek hoşuna gidiyordu.
Serfiraz kocasına yeni bir metnini okuyunca her defasında “Kafan mı güzel Serfiraz” diye mukabele ediyordu. Serfiraz ise eşine “Evet, kafam güzel ama kalbim daha güzel efendiciğim, çünkü seni gördü” derdi ve gülüşürlerdi. Bu seremoniyi muhakkak bir Türk kahvesi tamamlardı.
…
KOCASI zor biriydi esasen ama Serfiraz tatlı bir sihirbaz gibiydi. Sarı saçlarını şöyle bir havalandırıp gamzesini belirginleştirerek gözlerini bir aşk şelalesi haline getirip âdeta bir sihirbaz gibi sorunları çözüverirdi. Zorlukları bertaraf edip üstesinden gelmek ve peşine bir mizahi hikâye bağlamak onun gündelik pratikleri arasında yer alırdı.
…
TUTKULU bir kadındı Serfiraz. Eşini de bu tutkulu aşkı ile tutuklamıştı gönlünde. Sıcak kanlıydı. Somurtmazdı dünyanın tüm kederleri üzerine gelse de. Oradan kendine malzemeler toplar yükünü hafifletirdi. Hisleri çok derindi ama bunu hayal ile karıştırmadığından zarar göreceği bir noktaya taşımazdı. Duygusal iniş çıkışları vardı elbette her fani gibi ama bunu içinde çözmeyi başaranlardandı. Merkezlenme konusunda eğitimler alıp kendilik bilinci yolunda sahih bir talebe olarak yol yürüyordu.
…
AŞK insanıydı. Yüzeyselliğe prim vermezdi. Derin hislerini kalbinde yoğurur sevda tomurcukları şeklinde kalbinde açtırırdı. Bunu aşkı için aşk ile yaşadığından kolaylıkla başarırdı.
Serfiraz aslında özgürlüğüne aşırı düşkündü ama sevdikleri söz konusu olduğunda fedakârlığı öne çıkardı. Mutlu ederek mutlu olan bir anlayışın nadir temsilcilerindendi. Hayatı severdi. Tabiata aşk derecesinde yakındı. Papatyalara vurgundu. Ağaçlara sarılıp köklenmeyi hiç ihmal etmezdi. Doğa onun için okunması gereken sonsuz bir kitaptı Rabbimizin yaratıp önümüze serdiği.
…
SERFİRAZ sofra cömerdiydi. Dostları arasında onun sofrasına oturmamış, elinin lezzetini tatmamış kimse yoktu. Paylaşmak hayatının ana esaslarından biriydi. Gönlü gibi eli de bereketliydi. Hatta çok yakınları onun için “Fatma ananın eline sahip” bile derlerdi. Sanata dair yetenekleri arasında bu da vardı. Şefkatliydi ve âdeta merhametin kitabını yazıyordu ilişkilerinde.
Kendine özgü henüz toplumun çözümleyemediği görüşleri de vardı ama bunları tahrip edici bir şekilde sunmaz kendi değişim ve dönüşümünü başkalarıyla isminin bir gereği olan yücelmek için, gelişmek için paylaşırdı. İtidali önemserdi. Cesur olmasına karşın denge hayatın ana ekseniydi ona göre. Yani farklılıklarını ve mizahını bu ölçüler içerisinde ele alır metinlerini bu anlayışla kaleme dökerdi. Sevdiklerini gölgeye değil güneşe çağırır olgunlaşmaları için çaba gösterirdi.
İşte tüm bunlar yaşanırken yârenlik eden eşi “Kafan mı güzel Serfiraz” dediğinde “Ben Serfiraz’ım, kafam güzel evet ama kalbim de seninle güzel” diyerek iltifatlı bir mukabelede bulunurdu.
Aşırı ciddiyet ve ego çağında bu yârenlikler elbette çok azaldı ama çoğaltmak elimizde değil mi?
Ya Selam!
15.07.2025