UĞUR CANBOLAT
HAYATINI herkesten uzakta bağla bahçeyle geçiriyordu.
Gün doğmadan işinin başında olurdu.
Hile yapmaz, hurda karıştırmaz, en temiz şekilde yapardı ne yapıyorsa.
Aklı, fikri sadece o sırada yaptığında olurdu.
Önceden belirlenmiş kısa aralıklarla dinlenir kalkıp tekrar işini sürdürürdü.
Suyu biraz fazla içtiği doğruydu ama yemeği olabildiğince az yerdi.
Gün karardıktan sonra ağzına lokma koymazdı.
…
GECE onun için halvetti.
Yâr ile olurdu.
Derin tefekkürlerin sahibiydi.
Sıradan, sathi, temelsiz, bağlamlarından kopuk düşüncelere hiç yüz vermezdi.
Günlük hayhuy ile uğraşmazdı.
İnsanlar radyolarının başında vaktini çöpe atarken o daima kâinat ile temas halinde olurdu.
Konuşurdu hatta…
En sevdiği bahçesindeki kiraz ağacıydı. Ona sırdaşı bile denebilirdi.
İlk mülahazalarını ona aktarır, fikirlerini en önce onunla paylaşırdı. Bir insan gibi davranırdı ona.
Sanki kiraz ağacının hisleri vardı. Yanlış yapılırsa kendisine üzülürdü. Uzak kalınırsa hafiften nazlandığı bile olurdu.
Ama bu küslük bulutları ortadan kaybolup çekilince çok cömert bir yâren olur, söyleşiyi derinleştirmesini sağlamak için elinden geleni yapardı.
İkisi sanki bir sarmaşık gibiydiler. Ayrılmazlardı.
Günlük meşgalesi bitiğinde hızlıca döner, önce yanağından öper sonrada sıkı sıkıya kucaklar ve hemen ardından dibine minderini yerleştirerek yaslanırdı.
Bir müddet sonra dostlar sökün ederler ağacın altında uyandırdıkları semaverin fokurdayan tatlı höykürmeleri eşliğinde muhabbeti derinleştirir, daldan dala konarlardı.
Karanlık kesif değilse asla aydınlatıcı kullanmazlardı. Gözler birbirini görmemeye başladığında ise gaz lambalarını kısık seviyede olmak şartıyla yakarlardı.
Çünkü başlarına çektikleri gökyüzünden ayrılmak istemezlerdi.
Ay ile dilleşirlerdi. Söyleşirlerdi. Yıldızlara söz kemindi atarlardı.
Kısacası gece onlar için karanlık değil aydınlıktı. İlmin ve muhabbetin aydınlığıydı bu.
Artık takati kalmayanlar elini kalbine koyarak selamlar ve diğerlerinin dikkatini çekmeden sessizce çekilirlerdi.
…
BEN bunları nereden mi biliyorum?
Tabi ki bu muhabbetten eksik kalmamı istemeyen bir arkadaşımın dâvetiyle katılmıştım.
Sonraysa müdavi olmuştum.
Geçen zaman bizi yakınlaştırıp ünsiyetimizi yoğunlaştırdı.
Hele de herkesin dağılıp üçümüzün yalnız kaldığı birkaç geceyi asla unutamam.
Kazanın azıcık dibi tutmuş en güzel lezzetine benzerdi sohbetin son demleri.
Tekne kazıntısı derdik buna arkadaşımla.
…
ŞAŞIRDIĞIM bir husus vardı.
Ama şaşıran sadece bendim. Diğer dostlarda hiçbir emare görülmüyordu.
Anlatımların arasında sanki kendiliğinden sessizce gelip yerleşen “Kibir benim en sevdiğim günahtır” cümlesini kanıksamışlardı.
Kibrin tozu bile üzerinde bulunmayan bu kişi nasıl oluyor da bu sözü sıklıkla ve içtenlikle söylüyordu anlayamamıştım. Arkadaşıma sordum, tatlı bir muziplikle cevap yerine omzunu silkmekle yetindi.
Biraz orantısız güç kullanarak üsteleyince ısrarımdan kurtulmak için sadece “O söz ona ait değil nazarım” dedi.
Peki, kime aitti o zaman?
O kelam şeytanınmış.
Şeytanın en sevdiği günahı kibirmiş.
İçimden “Eyvah, yandı gülüm keten helva” dediğimi sanmıştım ama dışımdan da yüksek bir volümle söylemişim.
Bunu duyduğunda “Evet tüm helvalar yandı, kömür oldu” deyiverdi.
Benim takıldığım husus ise şu oldu. Şeytanın bu kadar sevdiği günahı bizler de o kadar hatta belki daha fazla sevmiyor muyuz?
Ve yine buna rağmen en iyi mü’min, en iyi Müslüman, en iyi derviş olduğumuzu iddia etmiyor muyuz?
Bu hamur çok su götürür.
Ya Selâm!
16.10.2023