UĞUR CANBOLAT
HAYATIN gerisindeydi.
Diğerlerinden farklı nitelikleri olduğundan kimse onu yanına almak istemiyordu. O kadar ki, otobüse veya trene binse bu farklı görünümünden dolayı insanlar ya biri gelecek diye onun oturmasını engelliyorlardı ya da sırt çantalarını hemen koyup engel oluyorlardı.
O ise buna hiç aldırmıyordu.
Bir defasında biri yanını açmıştı.
Onunla kaynaştılar, hayallerini birbiriyle paylaştılar, sıkı dost oldular.
Artık birlikte yiyip içiyor günün her anını birlikte yaşıyorlardı.
Saçlarını rüzgârda beraber savururlar, yıldızları birlikte seyrederler, ay ışığında türküleri yine birlikte havalandırırlardı.
Askere bile beraber gittiler.
Farklı bölüklerde olsalar bile paydos zamanları yine beraberlerdi.
Can öte idiler.
Birinin ağrısı diğerinde daha fazla hissedilirdi.
Birini gözü ağlasa diğerinin yüreği kanardı.
Birini eli burkulsa diğerinin kalbi spazm geçirirdi.
Herkese inat yaşam zorluklarını birlikte göğüsler beraber kaldırırlardı.
Babalarından pek bahsetmezlerdi ama ikisi de annelerini çok severlerdi.
Söz onlardan açılırsa sular durgunlaşır, seller durulurdu.
Biraz hüzünlense biri diğerine göre gökler bulutlanırdı.
Gün geldi biri evlendi.
Sevdi, sevildi.
Çoluk çocuğa karıştı.
Yine de muhabbetleri bir kıymık bile eksilmedi.
Artarak devam etti.
Bekâr kalanın çocukluğunda tutulduğu bir kız vardı.
Dalgalıydı saçları.
Gözleri iri bir inci tanesini andırırdı.
Baktığında lime lime olurdu kalbi ve eriyip giderdi.
Şu var ki, sevdiği kızın kendisinden daha büyük hayalleri vardı.
Zengin yaşamak istiyor, şöhret olmak için her fırsatı değerlendiriyordu.
Eline geçen imkânlardan istifade etmek ve istediği müreffeh hayata kavuşmak azmindeydi.
Seçtiği bu zorlu yol ona mutluluk getirmemiş olsa bile bu girdiği istikametten geri dönememişti.
Derken bir gün ansızın çıkageldi.
Upuzun dalgalı saçlarını düzleştirmiş üzerine yöresel uzun kıyafetler giymişti.
Gözlerine inanamadı.
Şimdiye kadar neredeydi, neler yapmıştı, ne gibi zorlu şeylere maruz kalmış, hangi badirelerin içinden güçlükle geçmiş bilmiyordu.
Sormadı da…
Bunu edebe aykırı bulduğundan en küçük bir imada dahi bulunmamıştı.
Evin taraçasında oturup sadece bakıştılar.
Gözleri uykuya yenik düşünce bulundukları yerde sızıp kaldılar.
…
SABAH uyandığında yine yalnızdı.
Gözlerine inanamadı, ovuşturdu ama durum değişmedi.
Sevdiği bir defa daha bilinmezliklere gitmişti.
Derin bir teessür içindeydi.
Koşmaya başladı. Durmadan koştu.
Saçı sakalı uzadı ve birbirine karıştı ama o koşmaktan vazgeçmedi.
Sürekli koşmaya devam etti.
İnsanlar yine hayretle baktı, anlayamadı, belki de anlamaya yanaşmadı.
Niye koşuyordu, kime koşuyordu bilen yoktu.
O yine durmadı, önüne dağlar çıktı, ayakları suya değdi, uçurumların önüne geldi ama yönünü değiştirerek koşmaya devam etti.
Onu böyle görenler zamanla bu eylemine kendilerince bir anlam yükledi.
Artık onunla kendince sebeplerle koşmaya başlayanlar oldu. Git gide sel gibi çoğaldılar.
Haberlere konu oldu.
Tüm memleket bu koşucuyu konuşur oldu ancak neden koştuğunu kimse bilemedi, öğrenemedi.
Söylenenler tahminden öteye gidemedi.
Bir mikrofona konuşsa neler söyleyebilirdi bilinmezdi.
Kim bilir önce içinden kaybettiğini dışından bulmak istiyordu ya da en azından bununla baş etmek amacı güdüyordu.
Dedim ya, kimse niye koştuğunu bilmiyordu.
Belki de bilmeleri gerekmiyordu.
Zira herkes kendi koşusundan sorumluydu.
O koşusunu tamamladı.
Huzura erdi.
Mezar taşında adı bile yazmıyordu. Ona ziyarete gidenler orada “Koşucu” yazısını görüyordu sadece.
Hepimiz birer koşucu değil miyiz esasen?
Ve sadece bizim bilmemiz yeterli değil mi?
Ya Selâm!
28.02.2023