Yıllardır gazetecilik yaparak haberle uğraşan bir kalemden çıkan romanları okumak daha bir keyifli diye düşünüyorum. Hele bu roman bir döneme ışık tutan tarihi öğeler barındırıyorsa bilgi muhabbetle harmanlanıyor anlamına gelir ki, okuması daha da sürükleyici oluyor.
Bugün üç romanın yazarı olan gazeteci Asalet Salgınoğlu ile sizler için söyleştik.
UĞUR CANBOLAT
——
Yazarlık sizin için ne anlama geliyor?
-Benim için yazmak konuşmak ile eş değer. Kalemin kelâmını konuşturabilmek de bana göre konuşmak çünkü… Hatta belki daha yüksek sesle konuşmak…
Yüzümüzü bile bizzat görmeyen insanların bizi, yazdıklarımızı okuyarak duyabilmesi muazzam bir şey.
Hatta yazarak konuşanların ölünce bile susmamış olması bence çok mukaddes bir meziyet. Bu bir lütuf ve bunun için her gün hamd ediyorum.
Köşe yazarlarının eski zamanlara göre aynı işlevi sürdürebildiği söylenebilir mi?
-Edebiyatçı olmanın yanında gazeteci olmak hatta uzun yıllardır köşe yazarlığı yapan bir kalemşor olmak inanın çok zor. Roman yazmaya hiç benzemiyor. Çünkü orada mevzular daha kategorize ve ideolojik olabiliyor.
Bıçağın keskin yüzü bence. İnternet gazeteciliğinin daha popüler olduğu bu devirde, kâğıt kokusu, hatta sayfa çevirme sesinin tarihe karıştığı belki de her fikre kolaylıkla erişebilme, tıklama kolaylığı tuhaf bir şekilde mevzuların da mahiyetini boşalttı gibi geliyor bana. Yazmaktan vazgeçmemek ile beraber, hakikaten kıyıda köşede bu işi yapıyor olmak bazen üzücü. Popüler kültür genel anlamda okumaktan ziyade izlemeye sevk ettiği için belki de çok ilgi çekmiyor.
Sokak eskiden evimizdi şimdi ebeveynler çocuklarını buradan koruyor. ‘İpek Sokağı’nın yazarı olarak size göre sokak ne anlama geliyor?
-İlk romanım “İpek Sokağı” ndan bağımsız olarak benim için sokaklar bir çocukluk vatanı…
Müthiş bir aidiyet. “Bizim” diyerek başlayan küçük ama anlamı büyük bir cumhuriyet…
Ve ben sokaklarda oynamanın lezzetinin adeta dibini sıyırmış bir çocukluk geçirdim. O yıllarda sokak tehlikeleri belki ayağının burkulması, düşüp iki dizinin de kanaması en kötü ihtimalle kafana atılmış bir taşla alnının yarılmasıydı. Şimdi ebeveynlerin sokaklardan çocuklarını koruması gereken maalesef daha büyük ve daha hayatı sebepleri var.
Uyuşturucu, sapıklar hatta rastgele sıkılmış bir silahtan savrulmuş yorgun mermiler…
Bu devrin çocukları adeta kendi Cumhuriyetsiz kaldı ve sokaklarda yankılanan çocuk sesleri de yok,
“Az ötede oynayın başım ağrıyor.’’ diye çemkiren teyzeler de yok. En büyük yalnızlar belki de çocuklar…
İletişim noktasında bence ilerleyen yıllarda ciddi sorunlar yaşayacak olan bir nesil geliyor. Çünkü seslenmeyi bile bilmeyen, ıslık çalmayı bilmeyen, simitçiyi durduramayan, odadan odaya mesajlaşarak iletişim kurmaktan bir adım ötesini bilmeyen çocuklarımız var. Acı… Şimdiden çok acı…
Sokağın sesi değişti, eskiden farklı melodilerle dolaşan esnafın bu seslenişinden ne sattığı bilinirdi. Satıcılarda evlerin penceresindeki çiçeklere göre tutum alırdı. Sokak aynı sokak mı?
-Eskiciler yok artık mesela. Her şey çöpe atılıyor ya da bizim çocukluğumuz zamanında ikinci el eşya satan dükkanlar yoktu. Bohçacısı vardı rengarenk giyinen, ağzında sakızı komşulara seslenen…
Sütçü Bayram amcamız vardı bağırdı mı tüm mahalleyi ayağa kaldıran…
Kalaycı, bıçak bileyici bile vardı. Hatta pamuk şekerci, terlikçi bile gelirdi bizim sokağa. Şimdi ise evet sokak dilsiz ve sağır.
Memleket pandemi sonrası özellikle adeta Çin gibi motosiklet cenneti. Her şey kapıya kadar getiriliyor. Kuryeler akrabalarımızdan daha çok kapımıza geliyor.
İşte yine başka bir acı…
İpek Sokağında “Suyun Rengi’ nasıl?
-İpek Sokağı romanı gurbette yaşayan bir genç kızın hikayesi.
Suyun rengi müthiş bulanık başlasa da çıkmaz sokak zannedilse de aslında sonrasında birçok şey öğreterek müthiş tevafuklar ile renklenen güzel bir seri oldu. Seri olmasını hiç planlamamıştım ama okur geri dönüşleri bizi çok mutlu etti ve bu hikâye burada kalmamalı İpek Sokağı devam etmeli dedik ve ‘İpek Sokağı 2 Su Rengi’ olarak hikâyeyi devam ettirdik.
Yine geri dönüşler bizi çok mutlu etti.
Su gibi aziz olma duaları sanki artık duyulmuyor gibi, ne dersiniz?
-O duaları yapan aile büyükleridir. Dua kalmadı ki, temennilerin dili de değişti.
Aile büyükleri de bayramdan bayrama zorla yaklaşılan anneanne, babaanne ve dedeler oldu.
Biz bize yabancıyız, kim kime tanıdık ki? İlişkilerimiz bile mecburiyet olunca lisanımız da dileklerimiz de dualarımız da maalesef samimi olmuyor. Suyu bulmak kadar zor olmadı bazı değerleri kaybetmek… Belki de yazarak tekrar hatırlatırız gayretimiz var.
Biz de bununla teselli oluyoruz belki de.
Kumruları çok severim. Çocukluk hatıralarımızın en değişmeyen konukları kumrular. Sizin üçüncü romanınız bu ismi taşıyor. Neden kumru yuvası?
-Kumru Yuvası da yaşanmış bir hayat hikayesi. Bizzat benim aile büyüklerimin hayat hikayesi.
Benim için bu romanı yazmak bir hayat ödeviydi, adeta bir sorumluluktu.
Neden Kumru Yuvası? Çünkü Kumru, kitaptaki karakterler için adeta bir sığınak, bir sırdaş, bir âlim ve en büyük şahit…
Dönem romanlarının diğerlerinden temel farkı nedir?
-Dönem romanlarının diğerlerinden farkı bana göre adeta tarih dersidir. Belki bir kültür dersidir.
Ders diye anlatamadığımız topluma o dönemi, lisanını, şivesini, siyasetini, şarkısını, türküsünü, manisini, şiirini, hayata bakış açısını, hatta biraz önce andık ya sokaklarının sesini bile dönem romanlarını okutarak öğrenebiliriz.
Bildiğim kadarıyla Adnan Menderes dönemini konu edinen başka çalışmalarda var. Sizin romanınızı bunlardan ayıran özelliği nedir?
-Adnan Menderes Türk siyasetinin bana göre en önemli öznelerinden. Ve yine Türk siyasetinin vicdan azabı… Kumru Yuvası bir Kütahya romanı. Dönem romanı olmasının sebebi 1954 yıllarında Kütahya’da başlayan bir hikâye ve 1960 yılında Adnan Menderes kendisine atılan iftiralar ile suçlu addedilip Kütahya’da gözaltına alındığında Kütahya halkının bu duruma duyduğu acı ve hissettiği duygular kaleme alındı. Adnan Menderes’e Kütahyalıların gönül bağı çok farklıdır. Herkesten çok sahip çıkmak ve benimsemek asla dejenere olmamıştır. Kütahya için Adnan Menderes ailelerinden biriydi. Ve bu kıyımın sosyolojik açıdan da işlenmesi gerekiyordu.
Bu romanda yaşanmışlıklar ile kurgunun birleşimi nasıl oldu?
-Neredeyse hiç kurgu yok diyebilirim. Çünkü sıradan olmayan insanların, sıradan olmayan hayatını adeta iğne oyası gibi atlamadan işlemek istedim.
Kütahya’da geçiyor olması kahramanı Fazıl Beyle alakalı sanırım. Fazıl Bey ve eşinin etrafındaki örgü okuyucuya neyi vermeyi hedefliyor?
-Evet hikayedeki Fazıl Bey ana karakterlerden biri. Bu kitapta verilmek istenen mesaj şu,
müthiş bir teslimiyet var. İman ve minnetsizlik var. Osmanlı dönemindeki kâri ‘lik hizmetinin önemi var mesela. Molla olmanın ciddi sorumlulukları var. Milliyetçilik anlayışı var. Ve aile içerisinde kopmama gayreti ve Allah’ın asla sekmeyen adaleti var.
Kızları Kadriye’yi de unutmamak lazım tabi…
– Kişinin yaşadığı zamanın hakkını vermemesinin gönlünü sonradan yoran veballerini romanın tümünde derinden işliyorsunuz…
Hayatı değerli kılan biraz da kişinin aşması gereken zorluklarla mücadele tavrıdır diyebilir miyiz?
-Ahh Kadriye… Gözlerim dolarak devam ediyorum. Kadriye benim anneannem. Hayatımda gördüğüm en güçlü kadınlardan. Aşmak demek belki de vazgeçmek… Evet Kadriye sultan da birçok şeyi vazgeçerek, ısrarcı olmayarak, görmezden gelerek aştı. ‘’Amaaann…’’ demenin en güzel örneğiydi.
Ama umman gibi de bir hayat görüşü vardı. Dolayısı ile yazmaya değer olduğu için bu ödevi gururla yerine getirdiğini düşünüyorum.
Mecburiyetlerde var tabi omuzlarda. Nasıl bir yaklaşım bu mecburiyetleri kişi için hayra ve güzelliğe dönüştürebilir?
-Sadece tevekkül hissi insanı ayakta tutuyor bence. Teslimiyet olmazsa işte o sokak çıkmaz sokak olur.
Vazife bilinci ile mecburiyet bilinci taban tabana zıt çünkü. Sorumluluk hissetmek ile yapmış olmak için yapmak gibi. Hayatın içinde mevzu veya muhatabı ne- kim olursa olsun bence şuur önemli. Şuursuz her şey mecburiyet. Ve ondan hayır da beklenmez, güzellik de beklenmez.
Son olarak bu roman okunduktan sonra okuyucuda beklediğiniz temel değişim, dönüşüm nedir?
-Yüzde yüz beklediğimi aldım elhamdülillah. İstisnasız herkes “Okumadık, izledik ve gözyaşlarımızı tutamadık, kâh güldük, kâh ağladık ama çok şey de öğrendik.” diyerek geri dönüş yaptı.
Bu roman ile aslında içimi kıpır kıpır eden hayata geçecek daha büyük bir proje var ama nasip olur mu bilmem. Umarım bu hikâyeyi kaleme almış olmanın gururu mayalanmıştır ve daha büyük gururlar hissetmek ve yaşatmak nasip olur.
ASALET SALGINOĞLU KİMDİR?
1979 yılında Kütahya doğumdu. Aslen İnegöl / Mezit’li. Hem anne hem baba tarafından Abhaz asıllı.
Tüm Akademik kariyerimi Kütahya’da tamamlayıp evlenen yazar eşinin Devlet memuru olması nedeni ile Türkiye’nin çeşitli illerinde yaşadı.
24 yıllık evli ve iki kız çocuğu annesi.
Yayınlanmış üç eseri var ve çok yakında dördüncü romanım da okurlarıyla buluşacak.
Sosyal medyanın varlık göstermeye başladığı günden itibaren o zemini adeta bir ajanda olarak kullanmakla birlikte bulabildiği her zeminde birçok dergi, gazete veya dijital ortamda yayınlanan makalelerine devam etmektedir.
07.08.2024