UĞUR CANBOLAT
TOPRAKLA uğraşıyormuş.
Sabahın çok erken saatlerinde kalkar, işinin başına geçermiş.
Yıllar var ki güneşi uyandırmadığı hiç olmamış.
Herkes tatlı uykusundayken o kuşların sabah yaptıkları ilk zikrine hem şahitlik eder hem de iştirak edermiş. Kendini buna o kadar kaptırmıştı ki, dünyada bundan daha fazla lezzet veren bir şey olmadığını söylüyor, güçlü verilerle de destekliyormuş.
…
KİMSEYE karışmazmış.
Hele de maneviyatlarına ve mahremiyetlerine…
Anlatmak, dökülmek ve rahatlamak dahası derdine derman bulmak isteyenler çok olurmuş.
Onlara yardımcı olmaktan, çare bulmaktan büyük bir haz duyuyormuş.
Ancak anlatılanlar mahremiyetinde mahremiyetine doğru akmaya başlayınca yüzünü yere indiriyor, elini dur der gibi kaldırıyor ve “Geçelim” diyormuş.
Buradaki hassasiyeti pek anlaşılmasa da asla prensibini bozmazmış. Gazeteci tecessüsüyle onları deşmeyi tercih etmez, az sözden çok mana çıkarırmış.
Ayrıca yılların verdiği tecrübeyle hâl okuması yaptığından kişinin durumuna az çok agah olur ve bu kadarını yeterli görürmüş.
…
KİMSEYİ DE kendisine karıştırmazmış.
Bitmeyen şahsi soruları çoğu defa ustalıkla geçiştirir kimi vakitte de duymamış gibi yaparmış.
Duyarmış oysa.
Kişi mahremini paylaşmamalıymış ona göre.
Özel kalmalıymış ki, önemini yitirmesin.
Sosyal medya çağını yaşayan bizler elbette buradaki inceliği anlamakta zorluk çekiyoruz zira tamamen gösteri toplumuna dönüştük.
Görünmeyenin, bilinmeyenin yok olmakla bir tutulup her anını fotoğraflamaya meftun olan bu neslin şaşırtıcı meraklarına uzak kalmış.
Torunu onu şöyle anlatıyordu:
Sabahı seviyordu.
Kuşlara vurgundu. Hareketlerine aşinaydı ve zikirlerinin tanığıydı.
Toprak ona konuşuyordu.
Hatta eğitiyordu onu. Bir defasında “Toprak benim muallimim evlat” demişti.
“Ne öğretti sana?” deme edepsizliğini göstermemiştim elbette zira bunlar bakan gözlere, hisseden kalplere açıktı.
Bende bu sebeple kendim çözmeye çabalamıştım ki, bunun pek çok yan getirisi olmuştu.
…
KÖKLÜ ve ciddi bir eğitim almıştı öğrendiğime göre.
Molla idi.
Âlet ilimlerini tahsil etmek yıllarını almıştı. Ardından sıradakiler. Dil, gramer, mantık, meani…
Tek nüsha olan nice yazma eseri hem kendi okumuş hem de talebelerine zevkle okutmuştu.
Zamanla bu durum kendisine o kadar işlemişti ki, Hakkın divanında niyazda iken bile âyetleri zihninde şurası şudur, burası budur diyerek çözümlemeler yapıyordu.
Uzunca sürmüştü bu hâli…
Nice vakit sonra kendisi kendisine ağır gelmeye başlamıştı.
“Gramer bilmek başka âyetlerin manasına muttali olmak başka” diye düşünmeye başlamış değişmenin ilk fitilini ateşlemişti.
Bu süreci ilerlettikçe aslında bir bilgisayardan farkının kalmadığını, her olaya dil tekniği ile bakmaya kendisini mahkûm ettiğini büyük bir acıyla görmüştü.
Görevinden istifa etti.
Bulunduğu ortamı terk ederek kendisini bilmeyen bir uzak diyarın kenarına taşındı.
İlk günlerde garipsemiş olsalar da zamanla onlar da dedem de alışmış ve karşılıklı kabule ulaşmışlardı.
…
YILLAR sonra asker arkadaşım bir tevafuk neticesinde beni bulunca muhabbeti kaynatmıştık. Israrlı davetleri sonucunda ziyaret ettiğimde bana dedesiyle ilgili özetleyerek aktardığım bu hikâyeyi anlatmıştı.
Gayri ihtiyari neden dediğimde kendisinin de bu soruyu yönelttiğini söyledi.
Dedesinin cevabı şu olmuş: “Öğrendiklerimle yaşamayı unutmuştum.”
Bu hastalık hepimizin benliğini neredeyse sarmış durumda ama bizler farkında değiliz. Ya da kâfi derecede ciddiye almıyoruz.
Öğrendikleriyle yaşamayı unutmamış kaç kişi var acaba aramızda?
Lütfen bir adım öne çıksın.
Ya Selâm.
05.10.2024