SEN BANA GELDİN BEN KENDİME

UĞUR CANBOLAT

DİLİNDEN düşmeyen bir zikir olmuştu neredeyse.

Bir muhabbetin tam ortasında bazen selamlaşmanın veya kucaklaşmanın arifesinde yani hemen öncesinde bu cümleyi söylerdi. Bu elbette insanı köklendiren bir hitaptı.

Sevincin zirvelerine taşıyıp kişiye yedi gün yedi gece düğün bayram yaptırabilirdi.

İnsanı içine düştüğü hüzünden, kederden çekip çıkararak tüy kadar hafifletebilirdi.

Hatta göz pınarlarının musluğunu rahatlıkla açtırabilirdi.

Diriltirdi insanı…

Bundan daha latif bir iltifat olamazdı.

Bundan daha ince bir kalbî dokunuş düşünülemezdi.

Bundan daha ateşleyici bir enerji yüklemesi hesap edilemezdi.

Bundan daha güçlü ümitsizlik kuyusuna salınmış sağlam bir ip olamazdı.

Bu söz bir dayanaktı. Kişinin tutunabileceği bir kulp, yaslanabileceği bir duvardı.

Bu sözü ruhunda duyup devinime geçmeyen insan olabilir miydi hiç?

İnsanın hücrelerinin en ücra noktalarına kadar birden sirayet eden bu söz insanın gönlünde nice şafaklar attırırdı.

Bunları biliyordu elbette ve sonuç alıyordu. Kimseden de esirgemiyordu.

Herkesin doya doya içtiği meydana kurulmuş tarihi bir çeşme gibiydi.

SÖZDE kalmazdı elbette ağzından çıkan bu cümle. Muhatabına gerçekten değer verirdi.

Kalbinde olduğunu hissettirir ama onu ezerek borçlandırmazdı.

Bu sebeple tanıyanlar arkadaşlarını da alır yanına gelirlerdi.

İlk kez tanış olduğu o kişilerde bundan hoşnut kalırlar ve bir muhabbet bağı tesis ederlerdi.

İLK defa karşılaştığımda ne yazık ki ihtiyatlı yaklaşmıştım.

“İnsan tavlama” aracı olarak kullandığı zehabına kapılmıştım ki, ne fena yanılmışım.

Gerçekten söylediğine inanıyordu.

Dili, gözlerini yalanlamıyor, gözleri, gönlüne muhalefet ederek ikilik çıkarmıyordu.

Tüm tutum ve davranışları bu sözün icabınca oluyordu.

İLHAN BERK “Bana gelince… Ben, dümdüz giderken… Birden sana kıvrılan bir yol gibiyim” demiyor muydu?

Şairin söz sanatıyla söylediğini bu kişi birebir icra ediyordu.

Yine kendisinden çok istifade ettiğimiz şair Yavuz Bülent Bakiler aynı özü şöyle seslendiriyordu:

“Bir serin rüzgarsın yüzüme vuran / Yüreğimi yakan bir avuç korsun… / Gökler biliyor sevdamı, taş duvarlar biliyor…”

RİYA sarhoşluğu değildi bu.

Gerekti.

Gerçekten öte bir gerçek…

Zira kendisi hayatı bir laboratuvar olarak görüyor ve insanları da buranın en öğretici muallimi ayıyordu.

Gözlem yapıyordu. Müşahede ehliydi.

İnsanları yaşamın en hilesiz aynası olarak görüp yüzüne tutuyor ve bununla kendisine çekidüzen veriyordu. Eksiklerini gideriyor, yanlışlarını doğrultuyor, doğrularını pekiştiriyordu.

İşte bu sebeple “Sen bana geldin ben kendime” diyordu.

Akademik anlamda bir titri yoktu. Mürekkep yalamışlardan değildi ama hâdiseleri okuyor, simalardan mânâ devşiriyordu.

BİR defasında yine şüpheye düşüp inanmamış biraz kurcalayayım diyerek oradan buradan çekiştirmeye başlamıştım. Tereddüdümü anladı ve âdeti olmamasına rağmen o gün yanımda götürdüğüm arkadaşım üzerinden kendine çıkardığı dersleri sayıp dökmüştü. Ayrıldıktan sonra arkadaşım alı al, moru mor bir vaziyette “Adam beni çözdü, elim ayağım birbirine karıştı” demişti.

Yine de bu sözün bizim bilmediğimiz bir evveliyatı olmalı fikrine kapıldım. Bir türlü aklımdan söküp atamadım. Hissiyat okuyucusu olduğu için yüzümdeki sorgulayıcı dalgalanmayı hemen yakaladı ve şunları söyledi:

“Gençlik yıllarımda beni bana kendisiyle getiren bir yârim oldu. On yıl kadar birlikte yaşadık. Ayaklarımız hiç yere değmedi. Bu söz ona ait. Bana sürekli böyle seslenirdi. Ama o hayatın öte yakasına göçünce anladım ki, durum tam tersiymiş. O bana geldi, bende kendime.”

Mesele anlaşılmıştı.

Demem o ki, birbirine iyi gelen ve insanı kendine getirenlerin kıymeti yaşarken bilinmeli.

“Sen bana geldin ben kendime” demekte geç kalmayalım.

Olmaz mı?

04.10.2024

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir